Bir Zamanlar Kıbrıs’ta Cinayetler
“Bir Zamanlar Kıbrıs” adlı diziye bir yalan daha eklendi. Şımartılmış cehalet örneği olarak dur durak bilmeden çam deviren dizide şimdi de avukat-gazeteci Muzaffer Gürkan’ın “EOKA tarafından öldürüldüğü” ileri sürüldü.
Oysa Kıbrıs’ta yaşayan herkes biliyor ki, 16 Ağustos 1960 tarihinde yayın hayatına başlayan Cumhuriyet gazetesini çıkaran Muzaffer Gürken ile Ayhan Hikmet “yerli ve milli” çevrelerce katledildiler.
Tıpkı, yıllar sonra Kutlu Adalı’nın “yerli ve milli” kuvvetler tarafından katledildiği gibi...
Nitekim “organize suç örgütü lideri” hükümlüsü olarak bildiğimiz Sedat Peker, son günlerde Kutlu Adalı cinayetinden bahsediyor ve ismini derin devlet ile özdeşleştiren Mehmet Ağar’a işaret ediyor...
Mehmet Ağar, derin devletin Kıbrıs’ta operasyon yaptığını gizleyen biri değildir. Hatta bunu açık açık ve övünerek itiraf ediyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Siyaset Okulu’nda yaptığı bir konuşmada Hrant Dink’in öldürüldüğü caddeye atıfta bulunarak, “derin devlet Halaskargazi Caddesi’nde gezmez” diyordu ve derin devleti nerelerde görebileceğimizi şu sözlerle özetliyordu: “1938’de Hatay anavatana kavuşturulurken görebilirsiniz, Hatay ve İskenderun’da görebilirsiniz. 1957’de Kıbrıs’ta Türkler katliamla karşı karşıya iken orada derin devletin izlerini Magosa’da, Maraş’ta görebilirsiniz. Merhum Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun büyük risk alarak Genelkurmay aracılığıyla kurdukları Mukavemet Teşkilatı bayraktarlığında derin devletin izlerini görebilirsiniz.”
Mehmet Ağar, derin devletin başka nerelerde “görüldüğünü” söylemiyor ama Kıbrıs’ta işlenen Kutlu Adalı, Muzaffer Gürkan, Ayhan Hikmet ve Derviş Ali Kavazoğlu cinayetlerinde “derinlerin” parmağı olduğu kesindir.
“Bir Zamanlar Kıbrıs” adlı dizinin iddia ettiğinin tersine, Muzaffer Gürkan’ı EOKA değil, hem onu hem de arkadaşı Ayhan Hikmet’i yerli maskeli adamlar katletti.
Bu iki yurtsever aydının serüvenine kısaca göz atalım ve tane tane anlatalım.
Belki, birileri biraz da olsa aydınlanır...
Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmeti Kim Öldürdü?
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 16 Ağustos 1960 tarihinde Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan Cumhuriyet adlı haftalık bir gazete çıkarmaya başlarlar. “Yolumuz ve Ülkümüz” başlıklı yazıda gazetenin amacını şu sözlerle özetlerler: “Kıbrıs Cumhuriyetinin ilanı gibi tarihi bir hadiseyle yaşıt olarak yayım hayatına atılan ‘CUMHURİYET’ büyük Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ prensibine ayak uydurarak ve yurdumuzun, Kıbrıs’ımızın, Akdeniz’de barışın en güzel bir örneğini vermesi için yayım yoluyla gayret sarf edecektir.”
Cumhuriyet gazetesi ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliği kadar, Enosis peşinde koşanlara, özellikle de Kıbrıs kilisesine karşı tavır alır. Bu yüzden, iki gazeteci bütün şimşekleri üzerlerine çekerler. Zaten daha gazeteyi çıkarmadan önce Kıbrıs Türk liderliğine karşı takındıkları eleştirel tavırlar yüzünden saldırılara hedef olmuşlardı. Ahmet Gürkan, 1960 yılının başında TMT militanları tarafından dövülmüştü. Dayak olayından sonra bir bildiri dağıtan TMT, Gürkan’ı “cezalandırdığını” açıklamış ve ölümle tehdit etmişti.
Cumhuriyet gazetesi, Kıbrıs tarihinde iki toplumun bağımsız Kıbrıs devleti çatısı altında birlikte yaşamasını savunan ve Enosis ile Taksim fikirlerine karşı çıkan bir yayın organıydı. Öyle anlaşılıyor ki, gazete Türkiye’nin Lefkoşa büyükelçisi Emin Dırvana’nın sempatisini kazanmıştı.
Fakat Özel Harp Dairesi’ne bağlı TMT ile Rauf Denktaş gazeteye husumetle bakıyordu. Kıbrıs Türk liderliğinin hazırladığı “çok gizli” bir belgede yazılanlar bunun en açık kanıtıdır: “Cemaat içinde muhalefet yapmak sevdasında olanlara ‘milli davanın’ ana hatları dikte ettirilmeli; milli davayı baltalayacak şekilde neşriyat ve propaganda yapmaları önlenmelidir. (...) Dr. İhsan Ali ve onun hampacısı kesilen Muzaffer Gürkan ile komünistlerle ilişiği olduğu tespit edilen Ayhan Hikmet, Rum ameline hizmet eden faaliyet ve yazılarından vazgeçirilmeli; milli bir davanın varlığına inanmıyorlarsa susturulmalıdırlar.”
Bu satırların yazılmasından bir süre sonra, yani, 1962 yılının 23 Nisan akşamı ile 24 Nisan sabahında Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet katledilerek susturulurlar. Muzaffer Gürkan, akşam 8:30 civarında evinin bahçesinde arabasında ölü bulunur. Silah seslerini kapı sesi zanneden karısı, kocasının öldürüldüğünü ertesi gün sabah 04:00 sularında fark ederek polise bildirir.
Gürkan’ın kanlar içindeki bedeninin yanında bir pide şiş kebabı vardı...
Ayhan Hikmet ise saat 01:45’te yatağında karısının gözleri önünde vurularak öldürüldü. Cinayet esnasında evinin telefon ve elektrik bağlantıları kesikti. Hikmet’in karısı gazetecilere iki maskeli kişinin kocasına dörder el ateş açtığını, kapıda ise üçüncü bir kişinin bekçilik yaptığını söyledi.
Cinayetlerin Kıbrıslı Rumların bir provokasyonu olduğunu ve üstüne yıkılmak istendiğini ileri süren Rauf Denktaş, iki gazetecinin öldürülmesini kınamadığı gibi, cenaze törenlerine de katılmadı. Ayrıca, polisin olayı aydınlatmak için kendisine yaptığı başvuruyu geri çevirdi ve polis karakoluna gidip ifade vermeyi reddetti.
Gazetecilerin öldürülmesi, büyük infial yaratan ve toplumlar arası ilişkileri sarsan Ömeriye ile Bayraktar camilerinin bombalanmasının sonrasına rastlar. Gazeteciler camilere yapılan saldırıları kimlerin düzenlediğini açıklayacaklarını yazmışlardı. Öldürüldükleri gecenin sabahında, yani 23 Nisan 1962 tarihinde yayınlanan Cumhuriyet gazetesinin son sayısında şunları okuyoruz: “Evet tekrar ediyoruz: Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak, adi ve satılmış herifin kim olduğunu aklı selim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın yüzündeki maskenin indirileceği gün yakındır.”
Bu arada Muzaffer Gürkan, öldürülmesinden kısa bir süre önce Rum içişleri bakanı Yorgacis ile bir araya gelerek, Bayraktar ve Ömeriye camileri Denktaş’ın bombalattırdığını söylemişti. Gürkan’ın sesini banda kaydeden Yorgacis, ses kayıtlarını camilerin kundaklanmasını araştırmak üzere kurulan Tahkikat Komisyonu’na vermiş, Rauf Denktaş da bu kayıtları maktullerin “ihanetinin” delili olarak kullanmıştı.
Ses bantlarının ortaya çıkmasından sonra Rauf Denktaş’ın genel yayın yönetmeni olduğu TMT’nin yayın organı Nacak gazetesinde “Mezara Mektup Var” başlığıyla kaleme alınan bir yazıda, öldürülen gazetecilere saldırılmaya devam edilir. Gazete, Yorgacis’in “muhbiri” olmakla suçlanan gazetecilerin öldürülmesiyle “cemaatin büyük bir tehlike atlattığını” ileri sürer: “Ailenize başsağlığı diledik; şimdi de cemaata “Büyük bir tehlike atlatmışsın, geçmiş olsun, asil ruhlu, milli şuuru tam, temiz cemaatım” diyoruz. Hepimize de geçmiş olsun.”
Nacak gazetesi 31 Mayıs 1962 tarihinde Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’i hem komünist avcısı Yorgacis’in, hem de komünistlerin “casusu” olmakla suçluyordu. Rauf Denktaş da yaptığı bütün açıklamalarda gazetecilerin “Yorgacis’in casusları” olduğunu ve Yorgacis’in adamları tarafından öldürüldüklerini iddia edip durdu.
Fakat uzun yıllar TMT’de görev yapan Arif Hasan Tahsin, katilleri tanıdığını ima eden yazılarında cinayetleri TMT’nin işlediğini ileri sürer. Denktaş’ın cinayetleri Yorgacis’in casusları işlediğine dair ortaya attığı iddiayı “büyük bir haksızlık ve de insafsızlık” olarak nitelendiren Arif Hasan Tahsin, 9 Ocak 1998 tarihli Avrupa gazetesinde şunları yazar: “O zaman, o günlerde TMT’de görev yapan birçok kimse ile yakınları, yani yüzlerce insan, bini aşkın kimse bu iki avukatın, güvenilir bir TMT liderinin, güvenilir TMT mensuplarına verdiği emirle öldürüldüklerini bilmektedir. Bunlardan Yorgacis’in casusu olan kim? Tanıdıklarımın ben kefiliyim. Bunlardan bir teki Yorgacis’in ajanı idiyse, yerlerine yargılanıp cezalarını ben çekmeğe razıyım.”
Görüleceği gibi, Arif Hasan Tahsin, cinayet kararını “güvenilir bir TMT liderinin” verdiğini ve “güvenilir TMT mensuplarının” da emri yerine getirdiklerini ifade eder. 25 Mart 1998 tarihli başka bir yazısında da cinayetleri “Lefkoşa TMT’sinin” Ankara’dan emir almadan işlediğini yazar ve bunu, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti ile iki toplumun bir arada barış içinde yaşamasını istemeyen Kıbrıs Türk liderliği arasında var olan görüş ayrılığına bağlar.
İki gazetecinin öldürülmesi Kıbrıs Türk toplumu üstünde tam bir şok etkisi yaratır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması için büyük çabalar sarf eden Türkiye büyükelçisi Emin Dırvana, Rauf Denktaş ile Dr. Küçük’ün tarafsız bir komite tarafından sorguya çekilmesini savunur ama cinayetlerden kısa bir süre sonra görevinden istifa ederek Türkiye’ye geri döner...