1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir ‘Zoraki Bürokrat’ — Hasan Esat Işık’ın sergüzeşti
Bir ‘Zoraki Bürokrat’ — Hasan Esat Işık’ın sergüzeşti

Bir ‘Zoraki Bürokrat’ — Hasan Esat Işık’ın sergüzeşti

Hasan Esat Işık gibileri, kara gecelerdeki çok ama çok parlak yıldızlar gibidirler. Bellidir, görünürler ama herkesçe değil. Büyüktürler, güzeldirler ama diğer yıldızlardan ayrıcalıklı değil.

A+A-

Burak Karataş

[email protected]

‘Aaah, mon cher’... Eskiden bunu duyardık. Artık duymuyoruz çünkü o insanlardan da pek kalmadı. Türkiye’nin insanın başını döndürecek hızdaki transformasyonu yani değişimi, bu insan tipini ortadan kaldıracaktı elbet. Öyle de oldu. Onlardan eser yok artık... Merhum Yakup Kadri’nin ‘Zoraki Diplomat’ serlevhalı eserinde anlattığı insanlar yoklar aramızda. Onlar, aslında hiç de öyle avantajlı hayatlar yaşamamalarına karşın halkla aralarındaki keskin duvarların altında kaldılar. Ve yaldızlı, prestijli kamplarının yanı başına, acı ve gri renk topraklara gömüldüler, diğer tüm bürokratlar gibi.

 

Bu uzun bir konu. Buna ayrıca değineceğiz. Şimdi Hasan Esat Işık’a dönmeliyiz.

 

Niye mi? (Hakikaten... Niye?) Acaba CHP’li diye mi? Eskiden bakanlıklar yaptığı için mi? Yoksa Ecevit’le olan münakaşalarını, SHP’den reis-i cumhur adayı olacağı yönündeki basın asparagaslarını falan mı anacağız burada? Belki de bürokrat güzellemesi, eski Türkiye’yi yıkama yağlama çabasıdır girişeceğimiz; aman ne iyiydik, ne de güzeldi her şey, Sümerbank patiskası giyerdik, savaşı da ıskalamıştık, (havalar erken soğudu, içlik giymek lazım!) İsmet Paşa demokrasiye erken geçti canım, işte belli bir şey...

 

Yok yok. Bunun adı solculuk, ilericilik falan değil, olsa olsa rezillik ve tutuculuktur. Hiçkimse o eski murt bürokrat devletini aramıyor, ama öyle ama böyle kimse ona dönmek de istemiyor artık. Herkes çareyi, kendi kuracağı yeni ve muhayyel bir ülkede arıyor, çağdaş her ülkede olduğu gibi. (Bizim ülkemizde de arzulandığı gibi!)

 

Ama yani, tüm bunların Hasan Esat Işık’la ilgisi nedir, halen çözebilmiş değiliz. Nereden çıktı damdan düşer gibi bu yazı? Yoksa yoksa merhum çok mühim bir şeylere imza atmıştı da, hani Ecevit’in Çalışma Bakanı’yken çıkardığı Grev ve Lokavt Yasası gibi, biz mi atladık?

 

Hayır efendim. Merhum Hasan Bey, bir bürokrattı, yani “seçkin tabaka”dan. Öyle yaşadı ve öyle öldü. Ufak bir nüansla: Halka arasındaki o malum duvardan rahatsızlık duyduğu adamın “yüzünden okunuyordu”. Bence bu bile onu anmak için yeterli. Adam bunun sorunlu, arkaik bir şey olduğunu anlıyor; bunun bilincinde ama sınıfsal nedenlerle dile getiremiyor... Bu bir sorun değil de nedir? Bunu yazmayacağız da neyi yazacağız?

 

İmdi... Özetleyelim:

 

1. Benim için bir insana seslenildiğinde o insanın sessiz kalması çok şey ifade eder. Hasan Esat Işık’a zümresi seslendi. Ve o dudağını bükerek tavır koydu. Elinden başka bir şey gelmiyordu. Bu nedenle kıymetlidir.

 

2. Sizin için bu yazı niye önemlidir? Çünkü hep ismini duyup unuttuğunuz bürokrat taifesini daha yakından tanımış olacaksınız. “Bir memur nasıl yaşar” sorusu yanıtsız kalsa da “bir memur ne yapmaz” sorusuna yanıt bulacaksınız. Ayrıca beyazın içinde siyah, siyahın içinde beyaz olduğunu fark edeceksiniz. (Umarım bunları bu yazıyı okumadan evvel yapmışsınızdır ve de sadece meraktan okuyorsunuzdur.)

 

3. Hasan Bey için önemi yok bu yazının. Merhum yaşasaydı sadece Milliyet okurdu. Belki sadece pazar günleri için, bir de Cumhuriyet.

 

Olsun. Biz de ona rağmen yazardık.

*

Önce ‘biyografik’ gidelim: Hasan Esat Işık (ya da Hasan Fikret Işık [Biliyorsunuz, ‘Osmanlı usulü’ yazacaksan babası Esat Bey’in adı ikinci isim olmalı ama, merhum Esat Bey öylesine Fikret hayranıymış ki oğluna ikinci isim olarak bunu vermiş.]), 1916 senesinde, henüz yıkılmayan ama yıkımın eşiğinde olan bir devletin başkentinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaç yüzyıllık makarrı olan İstanbul’da doğdu.

 

[İyi derecede Fransızca bilir.

 

Fikret Mualla’nın naaşını ülkesine getirecek kadar vatansever bir adamdı.]

 

Bünyesindeki ‘diplomat kibarlığı’ ve naziklik bundan kaynaklanır. (Benzer bir şeye, ilginçtir, Sedat Ergin’de de rastlıyoruz. Ama onunki daha bir başka: Onda, diplomat kibarlığının haricinde Ankaralı soğukluğu ve gazeteci titizliği de vardır. Oysa Hasan Bey sadece bir diplomattı, üstelik İstanbulluydu. Bekir Coşkun’un sonradan Ankaralı bir Urfalı olması gibi, o da “sonradan Ankaralı bir İstanbullu” oldu. Bu önemli bir şey onu anlamamız için. Hasan Bey, belki “sadece diplomattan” fazlası olabilirdi, belki asla olamazdı, bunu bilemeyiz Marx’ın dediği gibi, ama o tarihin penceresinden dışarıya diplomat kimliğini kenara koymadan da olsa bakabildi.)

 

Hasan Bey’i anlatmaya devam edelim (elbette Esat Işık’tan söz ediyorum, burada aktüel politikaya yer yok (!), biliyorsunuz): 1937 senesinde Mekteb-i Sultani’yi, 1940 senesinde de Ankara Hukuk’u bitirdi. Sonrası upuzun Hariciye koridorlarının bitmek bilmeyen kapıları ve anıları ile dolu. Evet, Turan Güneş’in dediği gibi, halktan ve politikadan daha uzak ama kendi hayatını da kurmana bir türlü izin vermeyen, bürokrasinin bir başka tür çeşidi olması dolayısıyla pek muteber olmadığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz, maaşlar yetmediği için ek işler yapan mensuplarına rastlayabileceğimiz, günün sonunda gelip gelip Ankara’da iki oraletle iki prafa arası ‘nerede o eski günler ve de eski karnıyarıklar, aaah mon cher...’ edebiyatına sığınan, elinde anılarla ve kimsenin basmadığı/okumadığı kitaplarla ve gitmek istemediğin kokteyl davetiyeleriyle ve Milliyet Gazetesi’ne gönderilecek yazılarla dolu koskoca bir yolculuk.

 

Sahi, ne diyorduk?

 

Hasan Bey, 1964 senesinde Moskova Büyükelçisi oldu. Bir sonraki sene, İsmet Paşa Kabinesi, Süleyman Demirel marifetiyle devrilince ve yerine ‘idareten’ bir başka Mekteb-i Sultanili, Türkiye’nin Alec Douglas-Home’u diyebileceğim Suat Hayri Ürgüplü merhum oturunca, Hariciye Nazırı oldu. (Saint Joseph’den Galatasaray’ın dokuzuncu sınıfına “leyli” gelmişti. Orta boylu, siyah ciltli, dalgalı siyah saçlı, zeytin kadar siyah gözlü bir çocuktu, diyor dostu Semih Günver onun için... Onu Charles Boyler’e benzetirlermiş! Ağırbaşlı, ciddi adammış; oyun moyun oynamazmış. Tiyatroyu ve Anatole France’ı çok severmiş.

 

Altan Öymen, onu andığı bir yazısında şöyle diyor: “Hasan Esat Işık, Dışişleri Bakanlığı yaptığı altı yedi ay boyunca, Türkiye’nin o zamanki nazik dış politika dengeleri içinde son derece başarılı olmuştur... Kendisiyle görüşen yabancı gazetecilerden dinlerdim, ‘Konuları bu kadar iyi bilip anlatabilen Dışişleri Bakanı, dünyada da azdır, derlerdi.”

 

Altan Abi bir konuda haklı: Esat Işık dersine iyi çalışan bir diplomattı. Bugün ben onun resmine baktığımda (o da Tevfik Rüştü’ye bakardı) aklıma Keçecizade Fuat geliyor... Ona “Hariciye Nazırı” demem bundan. O bu çağın adamı değildi, onu varoluşuyla birlikte yitirdik.

 

Bu memlekette paşaya “paşa” demek ve de nazıra “nazır” demek yasaktır. Herkesten Ecevit Türkçesi konuşması istenmektedir. Biz elbette buna uymayacağız. Hasan Bey, Milli Savunma Bakanı olmadı. Ona “Milli Müdafaa Vekili” demeliyiz. Siz hiç mor yerine turuncu dediniz mi? Olmaz. İşte bunun gibi.)

 

Bakanken pek fazla bir şeyi yerinden oynatmamaya gayret etti, idare-i maslahatçılığı sürdürdü, kendine özgü tavrını korurken Türkiye’nin diplomatik karizmasını ne bir adım ileri götürdü ne de bir adım geri çektirdi.

 

Bir sene sonra, 1965 Genel Seçimlerinden ezici üstünlükle çıkan Adalet Partisi Hükümeti’nin kabinesinde (I. Demirel Kabinesi) yer almadı. Yerine gelen İhsan Sabri Bey, sabık mevkidaşını makamına davet etti, onu istediği elçiliğe atayabileceğini, ona görev tebliğ etmenin hadsizlik olacağını, onun seçmesinin daha doğru olduğunu söyledi. Hasan Bey bunu şiddetle reddetti ve odadan çıktı gitti. Aradan geçen bir süre sonra, benzer manzara tekrarlandı ama Hasan Bey bu defa kendine uygun bir çözüm üretmişti... “Beni Moskova’dan aldınız. Şimdi o makam boştur. Beni tekrar oraya atamanızı rica ederim” dedi. Hiçbir arkadaşının hakkını yemedi bu sözle, geldiği yere gitti; oysa pekala Paris’e veya Washington’a gidebilirdi.

 

1968 senesinde, tecrübeli bir diplomat olarak Paris’e atandı. Kendi emeğiyle elde etmişti bunu. Nitekim, Paris’teyken [muhtemelen 1971 Muhtırası sonrası oluşan atmosferden kaynaklı] Ankara’dan gelen bir talimat ile sıkıyönetim aracılığıyla adları verilen kişilerin pasaportlarının uzatılmaması gerektiği bizzat Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Büyükelçiliğe bildirilince verdiği tepki, onun nev-i şahsına münhasır yapısını her haliyle ortaya koyuyordu: “Fransa’da sıkıyönetim yok.”

 

Yine Paris elçiliği sırasında bir olay yaşandı. Bu, 1915 hengâmesiyle ilgiliydi. Ermeniler, Marsilya’da bir ‘soykırım anıtı’ yaptırdılar, bunun açılışına da bir Fransız bakan katıldı. Hasan Bey, ‘bu durum Fransa’nın iddiaları sahiplendiğini gösterir’ dedi, hiç kimseciklere bir şey demeden eşyalarını toplayıp Türkiye’ye döndü. Ufak çaplı bir kıyamet koptu — bilhassa Ankara’da. Dedik ya, son tahlilde o da bir bürokrattı ve devletin temel dinamiklerinin bina edildiği konuları kurcalaması düşünülemezdi. Bunları ondan beklemek haksızlık olurdu.

 

Hasan Bey, 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP’den Bursa mebusu oldu. İki defa Milli Müdafaa Vekili oldu. Bunlardan birinde istifası yine Ankara’yı karıştırdı; Ecevit’le birbirlerine girdiler en sonunda ama hepsi unutuldu gitti işte bugün. (O zamanlar ‘General Evren’in işin içinde olduğu bile söylenirdi, meğer o istermiş istifayı, estek köstek...)

 

1979’da bakanlığı bıraktı. Darbeyle birlikte 5 sene siyaset yasağı kondu ona. O da artık vaktinin dolduğunu, Milliyet’e yazı yazacak dalga boyuna geldiğini, bir çeşit Feridun Cemal’e, Numan Menemencioğlu’na, Tevfik Rüştü’ye benzediğini biliyordu. Hiç sesini çıkarmadı. İsyanını sessizlikle ortaya koydu belki ama hiç kimse duymadı. Ne acı...

 

Sesi çıkmadı dediysek bürokrat özelliğinin onda yarattığı alışkanlıklardan vazgeçti demedik. O da bunu biliyordu ki darbe sonrası, her türlü fikrini ve eleştirisini mümkün olduğunca yüksek makamlarla paylaşıyordu. Bu günler, Hasan Bey’in Ankara’dan İstanbul’a sık sık gidip geldiği günlerdir. Çünkü bir kısım basın harici sığınacak liman yoktu. Onlar siyaseten yasaklıydı. Bu, “vebalı” olmak gibi bir şeydi.

 

Askeri yönetim, dediklerini daha derli toplu ve daha düzgünce ifade eden bu adamdan nedense rahatsızdı. Bu herhalde Hasan Bey’in fazla 60 Anayasası, İspat Hakkı, Kurucu Meclis, Milli Birlik Komitesi, Tabii Senatörlük, Milli Bakiye kokmasından ileri gelen bir şeydi. Hasan Bey, bir önceki darbeyle yükselmişti. Aslında yükselecekti ama bu, 80 Darbesi’ne değil, bir öncekine denk gelmişti! 12 Eylül’ün hırt darbecileri bunu affetmediler. Temelde pek farklı söz söylemeyen, sorunu esasta değil de usulde olan bir emekli bürokratı bile görmezden gelemediler. (Hasan Bey’in ‘büyük günahlarından’ biri de Yunanistan’ın 12 Eylül vesilesiyle NATO’ya döneceğini öngörmesi ve buna engel olmaya çalışmasıdır. Kimse yanında olmamış, herkes göz göre göre buna müsaade tanımıştır. Bunu tarihe not edelim.)

 

Hasan Bey, Ümit Hanım’la evliydi ve bir oğlu vardı. Oğlunun adı Yusuf’tur. 12 Eylül’ün kara günlerinden geçerken Yusuf bahane edilerek Hasan Bey vurulmak istenmiştir. Yusuf, DPT’de çalışırken sol faaliyetten tutuklanmış bir gençtir, oysa alakası yoktur meseleyle. Konu, tutuculuk, öç alma tutkusu, bunlarla ilgilidir. Bir de tabii, Hasan Bey’in Milli Savunma Bakanı’yken uygulamak istediği bir fikirle: Genelkurmay’ı Milli Savunma’ya bağlamak, özerkliğini kırmak, askeri sivil hükümetin emrine bırakmak... İşte bu bir devrimdi ve karşıdevrimci Kenan Evren en çok bunu affetmemişti, intikam alması gerekiyordu.

 

Yusuf içerdeydi. Üstelik evliydi, bir bebeği vardı. Hasan Bey çaresiz pek çok acılar çekti bu yolda. Oğlunun hakkını yüreklice savundu ama bence en çok canını yakan, davanın ciddiye alınır hiçbir yanı olmamasıydı. Ortada olan bariz bir hukuksuzluk durumuydu. Bu uzun seneler sürdü. Hasan Bey her hafta Mamak’a Yusuf’u ziyarete gidiyor, hapishane kapısında bazen saatlerce kuyrukta beklemek zorunda kalıyordu. 

 

O yıllarda orada görev yapan bir nöbetçi asteğmen şöyle bir manzara naklediyor:

 

“Hasan Bey’in kuyrukta beklemesine gönlümüz razı olmuyordu, onu nizamiyenin önüne koyduğumuz bir iskemleye oturmaya davet ediyorduk ama kabul etmiyor, halkın arasında kuyrukta beklemeyi tercih ediyordu.”

 

Dedik ya, tavrını koymayı bilirdi. Koydu da.

 

Yusuf, 3 yıl sonra beraat etti...

 

Hasan Bey de 1989 senesinin 2 Temmuz’unda, Ankara’da vefat etti. Hastalık vücudunu sardığında Dışişleri Bakanlığı onu yurt dışına yollamayı teklif etti. Kabul etmedi. Burada kalacaktı.

 

Devlet hastanesinde yattı. Son günlerinde dahi, gündelik gelişmelerden ve dış politikadan kopmadı. Belli ki bunu bir varoluş biçimi olarak telakki ediyordu. Son günlerinde acısı yüzünden okunuyordu, diyor gazeteci Melih Âşık. İşte belli bir şey: Dedik ya, o, kendi tavrını yapısı ve yazgısıyla bir tutabildi, o sayede büyüdü, kendini buldu. (Yazıları da ona özgü değil miydi? Başka bir diplomat olsa öyle yazabilir miydi? Sanmıyorum.)

 

Evet, bürokrattı. Ama halkı anladı. Hiç yoktan anlamaya çalıştı diyebiliriz. O nedenle de ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi. Halk onu bilmiyordu, bürokrasi de genel olarak sırtını dönmüştü. Son tahlilde Türkiye’nin onurlu insanlarının yanında bir yere çöküverdi, geleceği izlemeye koyuldu gittiği yerden.

 

Ve evvela bir gencin kitabının ithafına, sonra da başka bir gencin intibasına konuk oldu. Bir sonraki genç kim olur, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Hasan Esat Işık gibileri, kara gecelerdeki çok ama çok parlak yıldızlar gibidirler. Bellidir, görünürler ama herkesçe değil. Büyüktürler, güzeldirler ama diğer yıldızlardan ayrıcalıklı değil. Yine de oradadırlar ve orada olmakla değil, kendilerine has olmakla var olurlar.

Ezcümle: Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Bu haber toplam 631 defa okunmuştur
Gaile 513. Sayısı

Gaile 513. Sayısı