Birlikte yaşam ve şiddet üzerine:Nezaketten ölen etnosentrizm
Birlikte yaşam ve şiddet üzerine:Nezaketten ölen etnosentrizm
“Bugün Avrupa'yı kurtarmak, insanlar arası yeni bir birliktelik kurmak için çok geç, çünkü Avrupa kökünde olduğunu savunduğu şeyi gerçekleştirmeyi zaten hiç başaramadı. Hümanizmden bahsediyorum.” Jean Luc-Nancy
JERUSALEM
https://twitter.com/Jerusa1em
Kendi adıma, bir arada yaşamanın bugüne kadar imkansız olduğu konusunda ümitsizliğe kapılmam için Dogville ve Do the Right Thing filmleri yetti. Tam bir imkansız toplumu içerisinde yaşıyoruz. Bugün toplum olma veya bir arada yaşama fikri her zamankinden daha zor. Tuhaftır, eskiden bir şekilde insanları bir arada beraber tutmak mümkün gibiydi. Tabii bunun dıştaki düşmana işaret eden psikozla mümkün kılındığını söylemeye gerek yok. Tüm piskozlu hastalar gibi, teorik olarak ulus devlet akıl hastalığı tüm bozukluklar içerisinde en beteridir. Zira, başkalarının deli olduğunu düşündüklerinden, kendilerine ve ötekine zor inanırlar. Burada devreye düşmanlık da girebilir.
Neyse. Şimdilerde bir toplum fikri veya modelini bile imgemizde canlandırırken doğum sancısı çekiyoruz. Sırf içerik yerine geçeceğini düşündüğümüz metaforlarlarla acil soruları geçiştirmekle yetiniyoruz. Hepimiz çıkmazdayız ve bıçak sırtında yaşamaya devam ediyoruz. Dogville ve Do the Right Thing filmlerinde göreceğiniz gibi, konsensus cemaatine siyaseti sokamazsınız.
Bir an talihsiz Grace’i hatırlayalım. Şansız Grace’in ‘öteki’liğinden ötürü ahlaksal çatlaklardan sızabilecek politika müdahalesi (meşruiyeti diyelim) tıkanmış halde potansiyel politik güç ve moral tartışma varsayımları içerisine gömülüyor. Lars Von Trier, özcülüğe kaçıyor tabii: elleri durmadan bize değişmez insan doğasını gösteriyor çünkü. Halbuki varoluşçuluğa göre varoluş özden önce gelir. Özler ile birlikte doğmayız. Bundan dolayıdır ki ‘yapmaya çalıştığım her şey ters gitti’ diyen Tom’un önerdiği her şey filmde bir felaketle sonlanıyor. Tıpkı yönetici siyasiler gibi. Tek bir dünya var ve hepimiz bu dünyanın sakinleriyiz diyen Badiou’nun aksine Trier’in filmdeki her şey sırtını ahlaka yaslıyor. Öte yandan dayandığı ahlak anlayışı burada da Kant’ın bize öğrettiği şekliyle içerikten yoksun. Tom’un bize sunduğu ahlaksallık olsa olsa biçimsel. Tom, Dogville’de içerikten mustarip. Savunulan değerlerin ne olduğuna ilişkin en ufak bir fikrimiz yok. Mantıksal ve olgusal olarak aksak hepsi. Kısaca, buradaki soru tamamen politik olmasına rağmen cevap ya da sorunun ele alınma tarzı diyelim, kötü bir entelektüel tartışmadan öteye gidemiyor.
Her iki filmin şiddet ve dışsal bir müdahale ve ırkçı şiddet ile bitmesi ise özellikle devletin nasıl çalıştığını örneklemesi açısından rastlantısal değildir. Bugün de öyle değil mi? Bir an Koejve’yi anımsarsak, onun Robes Pierre’e yönelttiği eleştiriler de temelsiz değildir: Genel irade, tek tek ulusun tüm üyelerinin iradesi. Zira bu durumda Robes Pierre’nin kendisi ulus olarak tezahür ediyor. Çünkü Robes Pierre’nin anlayışı genel irade ile bireyin iradesi arasında bir ayrışıma meydan vermez. Mozaik yerine çimentonun buyurgan dilini dayatır. Bu da yabancı değil.
Şu iki filmde patlak veren şiddet orgazmı belki de bugün orada burada olup bitenin en iyi özeti. Do the Right Thing’de devlete Fransız Devrimi’nden miras kalan terör ve mülkiyet yasası hepimizi Carl Schmitt meşrebinden Tom’a “Bizden yana mısın, değil misin” diyen Dogville sakini yapmış vaziyette. Hepimiz Dogville sakiniyiz. Dogville’de içinden geçtiğimiz toplum deneyimi, bizi insan olmakla “hayvan” olmak arasında salındığımız bir boyuta taşıdı.
Pierre Nora’nın bir yerlerde dile getirdiği gibi tüm tarih aslında bir insanlık suçudur. Kimlik siyasetinin çoğulluğu, kimlik ise siyasetin bir diğer kısmı. (Ya da koşulu diyelim). Nancy’nin epigrafına kulak kabartmakta fayda var. Gelgelelim Aristo ve Agamben’in aksine Do the Right Thing filminde arkadaşlık kimlik siyasetine tehlike teşkil ediyor. Polis şiddeti sonlandırmak için müdahale hakkını kullanıyor. ‘Üzücü bir gereklilikle’ şiddet beter daha zuhur ediyor. Tıpkı terör rejimindeki gibi. Devlet şiddeti ve adalet (Fransız Devrimi’nin yasal terör yönetimi) üzerine inşa ediliyor.
Kapital – ki Marx’a göre daha en baştan ekonomik bir şiddettir zaten - şiddet polis tarafından uygulanmakta gecikmiyor sonra: Sermaye sahibi aynen korunmalı. Bu yüzden sermayenin olduğu her yerde şiddet de vardır. Filmde yıllanmış-emektar pizzacıyı Radyo Rahim’in elinden kurtaran polis. Şefkatli, mahellenin elinde büyüdüğü pizzacı imajı bir şeyleri sevdirmek, gücü doğallaştırmak için kullanılıyor. Sonra “zenci” Rahim’in polis tarafından öldürülmesi. Kısaca, üretim araçlarına karşı sembolik bir direniş/karşı çıkış devlet terörünün devreye girmesine yol açıyor. Belki de herkes görüp örnek alsın diye Siyaset etik olana meşruiyet tanısa da tersi şimdilik bu şartlarda mümkün gözükmüyor. Hatta filmde toplumun kalanıysa statü sembolleri çevresinde dolanıyor: Nike giyen “siyah” gençler. Elinde radyo ile gümbür gümbür müzik dinleyen Radyo Rahim’i anımsayın. Radyo DJ’inin ise Althusserci bir ideolojik aygıta tekabül etmesi tesadüf değildir. Pizza yiyen DJ, sistem yanlısı bir politika izliyor.
Dogville’de gördüğümüz anlayışa göre, (1) sistem karşıtı olmak kısa süreli bir iştir. (2) “Toplum ve insanlık” doğası gereği kötüye meyillidir ve ancak aşkın bir müdahale çözüm getirebilir. Bu kalplermizin en karanlık köşesinde bulunur. Bu Kutsal Kitap’taki Yaratılış temalarını çağrıştıtıyor. Kimse kimseyle anlaşamıyor.
Kaynakça
Nancy, Jean-Luc. İnsan olmanın yeni bir biçimi olarak komünist olmak, Ocak 31, 2012, http://kayagenc.blogspot.com/2010/11/insan-olmann-yeni-bir-bicimi-olarak.html adresinden alınmıştır.