Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (26)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (26)
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
Paşalar Papazların yankısı büyük oldu. Kitap özellikle sol çevrelerde beğenilerek okundu. “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler” başlıklı kitabımı sevmeyen çevreler bile yeni kitabıma sahip çıkıyordu. CTP başkanı Özker Özgür Yenidüzen gazetesine övgü dolu bir eleştiri yazmıştı. Oysa “AKEL eleştirisi yaptığı için” ilk kitabımın okunmasını en çok o sakıncalı bulmuştu. Elbette kitaptan hoşlanmayalar da vardı. Başta Doğan Harman gibi ayrılıkçı politikaları “Leninist” renklerle boyamaya çalışan Marksizm’den devşirme “Denktaşistler” kitaptan rahatsız olmuşlardı. Bu sözde “self determinasyoncular” özünde ülkenin bölünmesini savunuyor, projelerine de kendilerince “Leninist sos” katıyorlardı. Şahsıma karşı eleştiriden çok, sinik ve alaycı yazılar kaleme alıyorlardı.
Kitabın en can alıcı noktası, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonucunda oluşan statünün yasal ve meşru olamayacağını ileri sürmesiydi. Başka konular yanında, KKTC’nin kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin “istilacı ülke” konumuna düşmesini irdeleyen çalışma, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale hakkının statükoyu ve anayasal düzeni korumakla sınırlı olduğunu, yeni bir statü yaratma hakkının olmadığını ileri sürüyordu. Oysa Türkiye bütün anlaşmaları ve yasal zeminleri çiğnemişti. Adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Rumları yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlamış, daha sonra da bu arındırılmış coğrafya üzerine bir Türk devleti kurmaya kalkışmıştı. En az 15 Temmuz darbecileri kadar gayrı-meşru bir pozisyondaydı. Garantörlük Anlaşmasının bir gereği olarak yıkılan anayasal düzeni tesis etmek için değil, başka bir düzen kurmak için adaya müdahale etmişti. Bu da kitapta belirtildiği gibi, “Türkiye’yi istilacı bir pozisyona sokuyordu.”
1988 yılında bu türden görüşleri kaleme almak kolay değildi. Böyle yazılar yazmak insanı Rejim nezdinde zor duruma düşürüyordu. Fakat gençtim. Ve belki de bu yüzden “iktidara karşı hakikati haykıracak” kadar saf ve cesurdum. (O sıralarda Edward Said’in “entelektüel” üzerine yazdığı kitap henüz yayınlanmamıştı.)
Paşalar Papazlar kaleme alındığı tarihte bir yandan doktora tezimle uğraşıyor, diğer yandan da Toplum Postası gazetesinde yazılar yazıyordum. Bir gün Güney Kıbrıs’tan bir davet aldım. Daveti yapan “Yeni Kıbrıs Derneği” idi. Lefkoşa’da halka açık bir konferansa katılıp katılmayacağımı soruyorlardı. Güney Kıbrıs! Resmi makamlarca “Gavur İli” ilan edilen ve hiç bir Türkün ayak basmaması gereken o “yasak bölgeye” çağırılıyordum. Rejimin bellek silicileri işi öyle bir noktaya getirmişlerdi ki, insanlar Güney Kıbrıs’la ilgili anılarını bile birbirlerine ancak fısıldayarak anlatabiliyorlardı. Orası hiç bir zaman hiç kimseye yurt olmamış bir “Gavurlar” diyarıydı. Orada yaşanılan her şey, kötü bir geçmiş, unutulması gereken tatsız ve bahtsız bir tesadüftü sadece. “Unutmam” sloganlarını her gün tekrarlayan Rejim, herkesi yaşamlarının yarısını unutmaya çağırıyor, yurttaşları seçici hatırlama ve unutma politikalarının alacakaranlığına gömüyordu. Kıbrıslı Türkler doğup büyüdükleri yerleri, yani hayatı paylaştıkları insanları (aslında kendi hayatlarını) unutup yeni bir hayata, “Rejimin hayatına” başlamalıydılar. 1974 Kıbrıslı Türklerin “sıfır yılı” olmalıydı. Açıkçası Rejim, pervasızca seçici bellek politikası uyguluyordu. Kuzey Kıbrıs’ta iyi bir hayat yaşamanın gizli koşulu da aslında buydu: “belleğini teslim et, Rejimin istediği gibi unut ve hatırla…” Mutluluğun sırrı buradaydı. Hoş, insanlar bu tür şeylere dünyanın her yerinde yatkındırlar. “Makyavelist Deha” yaşamı kolaylaştıran her şey gibi, eğer iyi gelecekse unutmayı da mubah sayar. İktidarın “hatırlama ve nostalji yasağına” uymaksa istenen, neden olmasın!? Nietzsche “ne mutlu unutana” dememiş miydi!?
Görünüşte Kuzey Kıbrıslılar iktidarın mantığına uyarak Güney Kıbrıs’ı belleklerden silmişlerdi. İktidarın koyduğu “nostalji yasağına” herkes uymuşa benziyordu. Fakat bunun bir oyun olduğu apaçık ortadaydı. İnsanlar neyi ne zaman nasıl hatırlayıp unutacaklarını zamana (iktidara) göre ayarlamayı gayet iyi biliyorlardı.
Kolay bir karar değildi. Gitmek mi gitmemek mi ikircikliği içinde epeyce bocaladım. Herkesin görüşünü almaya gayret ettim. Kimi “git, iyi olur” derken, kimi de “sakın ha!” diyordu. Sonunda daveti kabul etmeye karar verdim. Güney Lefkoşa’ya gidecek ve Kıbrıslı Rumların yer aldığı bir panelde konuşmacı olacaktım. Bu kararı almamda içimdeki “yurt konuşmalarının” yanı sıra, “dönemin ruhu” da etkili olmuştu. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov, Glasnost ve Peristeroyka adı altında yeniden yapılanma ve açılım politikaları ilan etmişti. Soğuk Savaş sona ermek üzereydi. Dünyanın her yerinde iyimser rüzgarlar esiyordu. Güney Kıbrıs’ta da on yıllık Spiros Kiprianou dönemi bitmiş, yerine farklı bir dil konuşan pragmatist Yorgos Vasiliou gelmişti. Baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Güney Kıbrıs’a gitmek epeyce cazip geliyordu. Ayrıca, davet “Yeni Kıbrıs Derneği”nden gelmişti. 1974 yılında Kıbrıslı Rumların Yunanistan nezdinde yaşadığı büyük düş kırıklığı sonrasında kurulan bu dernek, kimlik tartışmalarını yeni bir zemine taşımaya uğraşıyordu. Adada yaşayan herkesin birincil kimliğinin “Kıbrıslılık” olduğunu, Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs’ın bağımsızlığına saygı göstermeleri lazım geldiğini ileri süren dernek üyeleri, gerçekte Doğu Akdeniz’de bir “İsviçre” hayal ediyordu. Etnik ya da kültürel kimlikleri yadsımıyorlardı ama Kıbrıs’ın siyasi kimliğinin ve yurttaşlık anlayışının ön plana çıkmasını savunuyorlardı. Fakat bu hiç kolay değildi. Kıbrıs Rum toplumunu Helen ulusunun “ayrılmaz bir parçası” sayan uzun erimli toplumsal süreç, Helen kimliğinin kurgulanan bir olgu olduğunu gözlerden kaçırarak, “Helen” olmayı ve Enosisi savunmayı adeta doğallaştırmıştı. Ortak bir Kıbrıs devleti içinde yer almak bir Kıbrıslı Rum’u neden daha az “Kıbrıslı Helen” yapsın ki türünden sorular o tarihe kadar hiç sorulmamıştı. Hakim milliyetçi algı soy kütükçü, kalıtımcı, kültüralist bir anlayışa dayanıyordu. Ulusları tarihin belirli dönemlerinde ortaya çıkan siyasi-tarihsel olgulardan çok, “ezelden beri var olan değişmez özler” olarak algılayan bu tarih-dışı ve siyaset-ötesi anlayış, din ve kültür gibi kavramlara gönderme yapıyordu. Hal böyle olunca, “ulusal kimliği” sorgulayanlar kolaylıkla “kimliği bozuk” ilan ediliyorlardı. Kıbrıs’a özcü bir kimlikten çok, siyasi bağlarla bağlanan ve Kıbrıs Türk toplumu ile ortak bir devlet çatısı altında yaşamayı rasyonel çıkarlar ve ortak siyasi kimlik anlayışı çerçevesinde arzulayan Kıbrıslı Rumlar “anti-Helen” ilan ediliyorlardı. Nitekim “Yeni Kıbrıs Derneği” de kurulduğu andan itibaren çeşitli suçlamalarla karşı karşıya gelen bir dernekti.
1975 yılında kurulan “Yeni Kıbrıs Derneği” küçük bir örgüt olmasına karşın önemli işlere imza atmıştı. Makarios öldüğü zaman halkın tam bir hafta süren tapınmasına sunulan tabutu Yunan bayrakları ile donatılmışken, dernek üyeleri Makarios’un tabutunun üzerine Kıbrıs bayrağı koyma cesaretini göstermişlerdi. Oysa o tarihe kadar Kıbrıs bayrağı Kıbrıs Rum toplumunda aşağılanıyor ve bir “paçavra parçası” sayılıyordu. Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğu Kıbrıs bayrağını ilk defa görüyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken bayrak yarışını kazanan Kıbrıslı Türk ressam İsmet Güney, Türk ve Helen milliyetçililer rahatsız olmasın diye bayrağı nötr renklerle çizmişti. Mavi ve kırmızıyı dışlayarak, sarı ve beyaz renklerle çizilen bayrakta ağzında zeytin dalı taşıyan bir güvercin yer alıyordu. Kıbrıslı Rumlar bu bayrağı hiç sevmemişti. Onlara göre, “Helen Kıbrıs adasının Helenliğinin yadsıyan” bir semboldü bu. Hatta bazıları ironi dozunu kaçırarak bayrağa “Mehmet’in Vragası” adını takmışlardı. Kıbrıs’ın karizmatik liderlerinden ve ironi üstatlarından Glafkos Kliridis Kıbrıs bayrağını “dünyanın en iyi bayrağı” ilan etmişti. Hümanizm kokan alaycılığı veya alaycılık kokan hümanizmiyle, “çünkü”, diyordu, “hiç kimse bu bayrak uğruna ölmeye hazır değil”. İşte, bu bayrak şimdi Makarios’un tabutunun üstündeydi ve bunu yapan da “Yeni Kıbrıs Derneği” üyeleri idi. Üstelik Yunan büyükelçisinin bütün itirazlarına rağmen bunu yapmışlardı.
Kıbrıslı Rumlar, bağımsız Kıbrıs devletini takdir etmede geç kalmışlardı belki ama artık Yunanistan’ın sözüne kıymet biçmeyen bir yerdeydiler. Kıbrıs bayrağının anlamı da aslında buydu. En çarpıcı olan, Helenizm’in sembolü sayılan Başpiskopos Makarios’un bile “Yeni Kıbrıs Derneğinin” kurulmasına onay vermesiydi. Derneğin kurucuları arasında Makarios’un kuzeniyle evli olan Jouis Bayadas vardı. Bir sohbetimiz esnasında Jouis derneğin kuruluşunu şu sözlerle anlatıyordu: “15 Temmuz sabahı Yunan birliklerinin denetimi altındaki Milli Muhafız ordusunun tanklarının Makarios’u devirmek için saraya ilerlediklerini gördüğümde, benim için Yunanistan ölmüştü.”
Aslında 1974 yazında Yunanistan her Kıbrıslı Rum için ölmüştü. “Anavatanın ihaneti” dayanılır gibi değildi. Yunan Cuntasının Kıbrıs’ta düzenlediği darbe sayesinde Türkiye adanın yarısını kapmıştı. Mahcup Yunanistan şimdi Kıbrıslı Rumların gönlünü kazanmak için uğraşıyordu. Bu yüzünden tarihte ilk defa “Lefkoşa karar verir, Atina destekler” sloganı atılmıştı. Oysa 1974 öncesine kadar Yunanistan, “Atina karar verir, Lefkoşa destekler” diye haykırıyor, Kıbrıslı Rumların iradesini yok sayıyordu.
İşte davet böyle bir yerden, “Yeni Kıbrıs Derneğinden” geliyordu ve buna “hayır” demem kolay değildi. Panel’de yer alacak konuşmacılar arasında önemli isimler vardı. DİSİ başkan yardımcısı Yannakis Matisis, PEO başkanı Pavlos Dinglis, Lefkoşa Belediye başkanı Lellos Dimitriadis konuşmacılar arasında yer alıyordu.
Kıbrıs Türk toplumunun önemsediğim isimleriyle istişare ettikten sonra –kesin bir tavır yoktu, kimi git, kimi gitme diyordu- sonunda daveti kabul etmeye karar verdim ve Lefkoşa’da yapacağım konuşmayı özenle hazırlayarak Güney Kıbrıs’a uçtum…