Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (28)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (28)
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
Kıbrıs Rum basını konferansa geniş yer ayırdı. Her tarafta Oliki Kipros (Total Kıbrıs) konuşuluyordu. Güney Kıbrıs’ta bulunduğum süre içinde Yeni Kıbrıs Derneğinin Limasol ve Baf’ta düzenlediği konferanslara da katıldım. Oralarda da benzer konulara değinerek temel sorunumuzun milliyetçilik ve şovenizm olduğunu, bu kötü mirastan mutlaka kurtulmamız gerektiğini dile getirdim. Konferanslara katılan Kıbrıslı Rumların genel olarak tartışmaya açık ve sorgulamaya yatkın olduklarını görmek beni sevindiriyordu. Sohbetler oldukça keyifli geçiyordu. Fakat 1974 Temmuz’unun Kıbrıslı Rumlar için ağır bir travma olduğu apaçıktı. Bir yandan acı çekiyor, diğer yandan da çaresizlik içinde kıvranıyorlardı. Büyük bir haksızlığa uğradıklarını düşünüyor ve kendilerini yalnız bıraktığına inandıkları dünyaya kızıyorlardı. Kıbrıslı Türklere bakışlarının yüzeysel olduğunu söyleyebilirim. Herkesin Kıbrıslı Türklerle ilgili anlatacak bir hikayesi vardı. Kıbrıslı Türklerle birlikte güzel zamanlar geçirdiklerini söylüyorlar, “zor zamanlardan” söz etmiyorlardı. Bazen “dil sürçmeleri” anlatmak istediklerinden daha fazlasını anlatıyordu: “Türkler yanımızda çalışıyordu, onlara yardım ediyorduk” diye başlayan cümleler veya “Biz Kıbrıslılar siz Türkler” gibi göndermeler Kıbrıslı Türklerle eşitlik ilişkisi içinde olmadıklarını, kendilerini daha üstün gördüklerini ele veriyordu.
Güney Kıbrıs’ta bulunduğum kısa süre içinde pek çok insanla tanışarak bir dizi ilginç olay yaşadım. Federal çözümü savunan entelektüeller, Kıbrıslı Türklerle barış içinde bir arada yaşamayı benimseyen çevrelerle giriştiğimiz koyu sohbetler beni barış adına umutlandırıyordu. Özellikle Cumhurbaşkanı Vasiliou’nun yanında danışman olarak görev yapan Yorgos Lillikas ve Mihalis Attalidis, bağımsız aydınlardan Nikos Peristianis ile uzun uzun sohbet etme fırsatım olmuştu. Solda duran ve Entos ton Tihon adlı bir dergi çıkaran Kostis Anhiotis ve Marios Temriotis ile EDEK’ten ayrılan Troçkistlerin kurduğu Sosialistiki Ekfrasi hareketinin eleştirel yaklaşımları barış arayışında yalnız olmadığımızı gösteriyordu. Fakat herkesin ağız birliği yaparak söylediği bir şey vardı: Kıbrıs Rum toplumunda çok güçlü bir milliyetçi damar vardı ve bununla baş etmek oldukça zordu. Gerçekten de durum böyleydi. Özellikle eğitim sistemi, kilise, öğretmen sendikaları ve basın Kıbrıslı Rumların mağduriyetinden başka bir şey konuşmuyor, konuşulmasına da müsaade etmiyorlardı. En küçük eleştirel değinmeler karşısında büyük tepkiler gösteriyorlardı. Yorgos Vasiliou’nun pragmatist tutumuna itiraz ediyor, yavaş yavaş çözüm ve uzlaşma karşıtı bir “Ret Cephesi” oluşturuyorlardı. Onların gözünde Kıbrıs Sorunu bir “işgal” sorunuydu ve Kıbrıslı Rumlarla işbirliği yapmak isteyen Kıbrıslı Türklerin “işgali” kınamaları ve Kıbrıslı Rumlarla ortak “Anti-İşgal Cephesinde” buluşmaları gerekiyordu. Açıkçası, Kıbrıslı Türklerin nereden gelip nereye gittiklerine dair en küçük bir fikirleri bile yoktu. Kendi acıları içinde adeta yok olup gidiyor, etraflarını göremez bir duruma geliyorlardı.
Adada geçirdiğim zamanı “gazetecilik” açısından da değerlendirmek istiyordum. Buna adaya gitmeden önce karar verdim ve Kıbrıs Rum toplumunun önde gelen şahsiyetleri ile röportaj randevuları bağladım. Londra’da çıkardığımız Toplum Postası gazetesinde yayınlamak üzere “Güney Dosyası” adlı bir röportaj dizisi hazırladım. Hemen hemen herkesle konuştum. Röportajlar dizisi DİSİ başkanı Glafkos Kliridis’ten EDEK başkanı Vasos Lissaridis’e, PEO başkanı Pavlos Dinglis’ten Cumhurbaşkanı Yorgos Vasiliou’ya kadar uzanıyordu. O günlerde AKEL’in 46 yıllık genel sekreteri yeni vefat etmişti ve Dimitris Hristofyas geçici olarak AKEL genel sekreterliğine atanmıştı. Ünlü bir komünistin cenaze töreninin kilisede yapılmasını şaşkınlık içinde izledim. Ölenin bir komünist mi yoksa inançlı bir Hıristiyan mı olduğu belli değildi. (Söz konusu AKEL üyeleri olunca, bunun ayırımına varmanın mümkün olmadığını sonradan anlayacaktım.) Dimitris Hristofyas ile yaptığım söyleşide, çekirdekten yetişen bir fonksiyener (parti profesyoneli) ile karşı karşıya olduğum hemen belli olmuştu. Fotoğraf çektirirken kravatını takmaya yeltenen Hristofyas’a “kravat takmak şart değil, şimdi Glasnost ve Peristeroyka zamanıdır” deme saflığını gösterdiğimde, aldığım yanıt son derece manidardı: “Galasnost çıktı diye komünist disiplinimizi unutacak değiliz!” Hristofyas’ın sözlerinden Gorbaçov’a ve Sovyetler Birliği’nde olup bitenlere şüphe ile baktığı anlaşılıyordu. Nitekim, bir iki yıl sonra Gorbaçov’a darbe yapmaya kalkışan silahlı kuvvetlerin ilk destekçisi AKEL olacaktı. Yorgos Vasiliou ile bir araya gelmenin başıma açacağı işlerden habersiz olarak cumhurbaşkanlığı sarayına gittim ve onunla kısa bir görüşme gerçekleştirdim. Vasiliou ile randevuyu Yorgos Lillikas ayarlamıştı. Vasiliou’nun genç danışmanlarından olan Lillikas konferansımı izlemiş ve bana büyük yakınlık göstermişti. Cumhurbaşkanlığı sarayında bir araya geldiğim Yorgos Vasiliou ile çok kısa bir söyleşi yaparak fotoğraf çektirdik. Barış mesajları veren Vasiliou ile çektirdiğimiz fotoğraf karesinde ikimiz de gülümseyerek el sıkışıyorduk. Bu yaptığımın, yani “düşmanla gülümseyerek fotoğraf çektirmenin vatan hainliği” olduğunu sonradan öğrenecektim…
Kısa süren ama hayatımı iyice değiştiren Güney Kıbrıs ziyaretinde ilginç insanlar tanıdım, ilginç olaylarla karşılaştım. Bunlar arasında benim için çok çarpıcı olan bir hikayeyi paylaşmadan edemeyeceğim. Yeni tanıştığım Kıbrıslı Rum arkadaşlarım bir akşam “seni Kıbrıs mutfağının en iyi yemeklerinin yenildiği bir lokantaya götüreceğiz” diyerek beni “İrinya” lokantasına davet ettiler. “İrinya…” Bu, dedemin gündüzün bile sayıkladığı, adından durmadan söz ettiği kadının adı değil miydi? Temkinli bir şekilde İrinya’nın nereli olduğunu sordum ve benim gibi “Bodamyalı” olduğunu öğrendim. Çok heyecanlandım. Yol boyunca tek kelime etmedim ve dedemin “aşk hikayesini” düşündüm. Lokanta’ya vardığımızda beyaz tenli mavi (yoksa yeşil miydi) güzel bir kadının bizi karşıladığını görünce, gözlerime inanamadım. Tıpkı dedem! Dedemin İrinya ile yaşadığı aşk ve bu ilişkiden doğan hiç kimsenin görüp tanışmadığı çocuk, ailenin en büyük sırlarından biriydi. Dedeme çok benzeyen bu kız çocuğu (yani, teyzem) şimdi karşımda duruyordu. Gösterdiği masaya oturduğumuzda içim içime sığmıyordu. Yanımdakilere bu sırdan bahsetmeyeceğime karar verdim ve yanımıza sipariş almaya gelen “teyzeme” köylüm İrinya’yı görmek istediğimi söyledim. Biraz sonra yaşlı bir kadın yanımıza geldi. Kendisine “Bodamyalı” olduğumu ve dedemden çok selam getirdiğimi söyledim. Büyük bir şaşkınlık içinde ve gözleri uzaklara dalarak “ihtiyar nasıldır” diye sordu. Sonra yüzüme dik dik baktı ve “sen Halide’nin oğlu olmalısın” dedi. “Evet”, dedim. Masamıza özel bir ihtimam gösteren İrinya kızına dönüp “köylümüzdür” dedi. “Sen tanımazsın ama dedesi bizim evin karşısında oturuyordu” diyerek akraba olduğumuzu ustalıkla gizledi. Dedemden karşı evde oturan kadınla yaşadığı derin aşk konusunda o kadar çok şey işitmiştim ki, İrinya’ya karşı hiç yabancılık çekmediğim gibi, ona büyük yakınlık duyuyordum. Demek, İrinya bu kadındı. Dedemin büyük bir aşkla bağlandığı ve karısı ile dört çocuğunu terk ederek Larnaka’da birlikte yaşadığı kadın… Nenem, İrinya’nın adını ne zaman duysa dedeme öfkelenirdi. Ondan hep “poutana” (orospu) diye söz ederdi. Hatta dedem öldüğü zaman bastonu ile cesedine üç defa dokunarak, dedemin bu günahını unutmadığını ama onu bağışladığını ima etmişti… Dedemin İrinya’ya dair anlattıkları arasında aklımdan hiç çıkmayan bir hikaye var. Dedem, İrinya ile Larnaka’ya yerleştiğinde, İrinya’yı kendisi evde olmadığı zamanlarda kapıyı hiç kimseye açmamsı konusunda sıkı sıkı tembihlemişti. Bodamyalı arkadaşlarından Ahmet Gapri hariç. Gabri ne zaman gelse, kapı açılacak ve ona yemek veya kahve ikram edilecekti. Gerisini Ahmet Gapri’den dinleyelim. “Bir gün Mehmet Emin evde yoktu. İrinya kapıyı açtı ve karnımı doyurmak için bana yemek verdi. Birden, ruhumu şeytana kaptırdım ve İrinya’ya ‘ben de isterim’ dedim. İrinya, sert sert yüzüme bakarak, ‘Ahmet, bu işi hayvanlar da yapar fakat hayvanlarla insanlar arasında bir fark var. İnsanlar bu işi seçtikleriyle yaparlar’.” Dedem bu hikayeyi ilk defa Ahmet Gapri olaydan yaklaşık elli yıl sonra bana anlatırken duydu. Arkadaşına müthiş kızdığını hatırlıyorum. Demek İrinya iki erkeğin dostluğu bozulmasın diye dedeme hiçbir şey söylememişti.
Dedem yaklaşık dört yıllık bir aradan sonra karısına ve çocuklarına döndü. Fakat İrinya bir daha köyüne dönemedi. Ataerkil toplumun kuralları dedem için belki pofpoflayıcı idi ama İrinya için kesinlikle cezalandırıcıydı. Artık köyden uzaklarda yaşayan İrinya kızını doğurduktan sonra çeşitli işlere atıldı ve sonunda lokantacı oldu. Kızı uzun süre Londra’da yaşadıktan sonra adaya döndü ve annesi ile birlikte çalışmaya başladı. Bu hikayenin kahramanlarından hiç biri artık hayatta değildir. İrinya ile dedem yıllar önce, kızları Niki ise geçtiğimiz haftalarda vefat etti. Niki, ölmeden önce Kıbrıslı Türk kardeşleri ile tanışma fırsatını buldu…