1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (30)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (30)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (30)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (30)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
[email protected]

Güney Kıbrıs ziyaretini tamamlanıp Londra’ya döndükten sonra hazırladığım röportaj dizisini Toplum Postası gazetesinde “Güney Dosyası” başlığı altında yayınlamaya başladım. Siyasetçiler, aydınlar ve sanatçılarla yapılan röportajlardan oluşan “Güney Dosyası” 1974’ten sonra Kıbrıs Türk basınında Kıbrıs Rum toplumuna bu kadar geniş yer ayıran ilk yayındı. Ayrılıkçı Türk milliyetçiliğinin ötekileştirdiği Kıbrıslı Rumlarla konuşmak bile sakıncalı bulunurken, Kıbrıslı Rumları konuşturmak Rejimin elbette kabul edebileceği bir durum değildi. Ayrıca, Güney Kıbrıs’a gitmiş ve Kıbrıslı Rumları “insan yerine koyarak” onlarla bir arada bulunmuştum. Oysa etnik Türk milliyetçiliği Kıbrıslı Rumları “şeytanlaştırıyor” ve iki toplumun “asla bir arada yaşamayacağı” mitosunu yayıyordu. Açıkçası, bütün “yasakları” delmiştim. Kıbrıslı Rumları insan saymıştım, onların da Kıbrıslı Türkler gibi yaralı ve kırılgan olduklarını düşünme cesaretini göstermiştim ve barış içinde bir arada yaşamak için “söylev” çekmiştim. Rejim böyle şeyleri büyük günah sayılıyordu.
Rejimin baskıcı tutumunu bilen Kıbrıs Türk basını yayınladığım röportaj dizisine hiç ilgi göstermedi. Muhalif gazeteler bile “Güney Dosyasına” atıfta bulunmaya cesaret edemediler. Sessizliği ilk bozan yine Rejim oldu ve beni kestirmeden “vatan haini” ilan etti. Yeni seçilen Kıbrıslı Rum lider Yorgos Vasiliou ile yaptığım röportajdan özellikle rahatsız olmuş olacaklar ki, Rejimin gazeteleri röportajda kullandığım fotoğrafı hiç bir açıklamada bulunmadan “Alçaklığın Fotoğrafı” başlığı altında yeniden yayınladılar. Aynı elden çıkan iğrenç bir metni de fotoğrafın yanına eklediler. Metni yazanın veya yazanların “psikolojik savaş ve propaganda” eğitimi aldığı kurdukları cümlelerden belli oluyordu. Şahsıma karşı linç kampanyası başlatan “derin” çevreler, aynı zamanda muhalefete göz dağı vermek istiyorlardı. Aynı günde Güneş, Birlik ve Kıbrıslı gazetelerinde aşağıdaki metin yayınlandı:

“Alçaklığın fotoğrafı!

Yayınladığımız resimde Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Vasiliu’nun yanında duran genç Kıbrıslı bir “Türk” tür..
Bu genç geçtiğimiz günlerde sayın Özker Özgür’ün kaleme almış olduğu bir köşe yazısında her türlü takdire layık görülmüş ve bol bol övülmüştü.
Bu her türlü övgüye değer değerli gencimizin adı Niyazi Kızılyürek.
Herhalde Kızılyürek’in Vasiliu hazretleri ile ne yaptığını merak ediyorsunuz.
Söyliyelim: Bu beyefendi TC ve KKTC aleyhine propaganda faaliyetlerini sürdürmek için Rum Cumhuriyeti’ne gelmiş ve orada bir dizi “Konferanslar” vermiş sonra da Rumların Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilme mutluluğuna erişmiştir. 
Fotoğraf işte bu mutlu anı ebedileştirmiştir.
Tabii bu Niyazi ve onun gibiler için mutluluğun fotoğrafıdır!
Kıbrıs Türk halkına hak hukuk tanımayan ve onu köleleştirmek için mücadele edenlerle fotoğraf çektirmekten doğan mutluluk veya baş dönmesi bizim tanımadığımız türden çirkin ve alçakça bir mutluluktur!
Bu kesinlikle böyle, ama içimizde ne yazık ki bu tür fotoğrafları kıskanan ve aynı mutluluğu tatma!. için can atan başka Gâvur dostları daha var..
Kıskançlık duyguları daha da kabarsın ve çirkin yüreklerinde büyüttükleri alçaklıklar daha da bilensin diye bu fotoğrafı onlara ithaf ediyoruz.
Buyurun beyler seyreyleyin!
Buyurun ve bir yolunu bulup siz de koşun Rum kardeşlerinizle kucaklaşmaya, kucaklaşıp hasret gidermeye!
Ve şundan da mutlaka emin olun: Yüzyıllık onurlu bir mücadeleyi büyük bir özveri ile günümüze kadar getirmiş olan bu yiğit halk sırtına sapladığınız hançerleri bir bir söküp atacak ve demokratik yollardan size gereken dersi verip yoluna devam edecektir.”

Rejimin bu saldırısı hayatımı esaslı biçimde değiştirdi. Sadece benim değil, ailemin de… Gazeteler yayınlanır yayınlanmaz Londra’daki daireme telefonlar yağmaya başladı. Kırgın, kızgın ve öfkeli telefon konuşmalarında kendimi de ailemi de “mahvettiğim” söyleniyordu. Ailede herkes çok üzgündü. “Böyle bir şeyi” nasıl yapabildiğimi anlayamıyorlardı. Bitmek bilmeyen dedikodulardan fena halde rahatsız oluyorlardı. Milliyetçi akrabalarımızdan biri “Alçaklığın Fotoğrafını” arabasına asmış, “oğlunuz vatan hainidir” dercesine durmadan evimizin önünden geçiyordu. Herkes çok üzgündü. Bana da çok öfkeliydi.
Kimseye söz anlatamıyordum. Fotoğrafı ben yayınlamıştım. Yorgos Vasiliou ile iki kelimelik bir sohbet yapmıştım ve bunu kendi gazetemde yayınlamıştım. Evet, Güney Kıbrıs’a giderek konuşmuştum ve kendi görüşlerimi söylemiştim. Vatan hainliği bunun neresinde? Fakat ne yapsam nafile… Ailem çok yaralanmış, çok incinmişti. Bir süre sonra askerliğini yeni bitiren kardeşim Londra’ya geldi. (ailem tarafından gönderildiğini daha sonra öğrenecektim) “Vatan haini” ağabeyine söyleyecek birkaç sözü vardı. Bavulundan özenle sakladığı gazeteyi çıkardı ve “bu ne” diye sordu. Gösterdiği yazı “Alçaklığın Fotoğrafı” başlıklı yazıydı. Meğer kardeşim askerliğini yaparken “vatan haini” ağabeyi yüzünden epeyce ıstırap çekmişti. Anlaşılan soyadı “Kızılyürek” olan diğer kişiler de öyle… Akrabam oldukları için “potansiyel casus” olarak görüldüklerinden aşağılanıp hırpalanmışlardı. Çalışma odamın duvarında asılı duran Toplum Postası gazetesini kardeşime gösterdim. Vasiliou ile çektirdiğim fotoğrafı ve kısa röportajı önce benim Toplum Postasında yayınladığımı ve Kuzey Kıbrıs’ın psikolojik savaş uzmanlarının çok gizli bir fotoğrafı keşfetmiş gibi yayın yaptıklarını, yanına da ilkellik abidesi bir yazı yazdıklarını anlattım. İkna olan ve derin bir nefes alan kardeşim derhal “müjdeyi” aileye iletti. Ağabeyi “vatan haini” değildi. Her şey bir tezgahtı… Gerçeği anlayan ailem biraz rahatladı. Babam, ilk defa evimizin duvarlarını süsleyen ayrılıkçı liderin fotoğrafının indirilmesine göz yumdu. (Denktaş’ın fotoğrafları aramızda küçük çaplı bir tartışma konusuydu. Benim yaz tatillerinde yattığım odada bile Denktaş’ın resmi vardı. Babama duyduğu saygıdan bunu mesele yapmadım ve yıllarca Denktaş’ın fotoğrafının altında uyudum) Sanırım, babam bu olaydan sonra Denktaş’a karşı beslediği hayranlık duygusunu büyük oranda yitirdi. (Tamamen değil, bugün bile Rauf Denktaş’a karşı ölçülü bir saygı ve sevgi besliyor) Oğluna çamur atan Rejimle bir daha barışmadı. Oysa, bütün hayatı “Ya taksim Ya Ölüm” şiarına bağlılıkla geçmişti… 
Kardeşim bir süre benimle Londra’da kaldıktan sonra Kıbrıs’a dönmeye hazırlanıyordu ki, garip bir tesadüf sonucu, Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü Ledra Palace otelinde örgütlediği bir Kıbrıs konferansına beni de davet etmişti. Adaya birlikte uçacaktık. Bu benim “vatan hainliği kariyerimden” sonra Kıbrıs’ın kuzeyine yapacağım ilk yolculuk olacaktı. Türk tarafından konferansa davet edilenlerin hepsi Denktaş’ın sarayında görevliydi. Heyette Mümtaz Soysal, Vedat Çelik, Necati Münir Ertekün gibi isimler vardı. Denktaş’ın sarayından arayan birileri, benim neden ve nasıl davet edildiğimi öğrenmek istiyordu. Gerçekten davetli olduğuma ikna olunca, şaşkınlığını gizlemeden, Ledra Palace’a birlikte gidileceğini, bu yüzden tam saatinde sarayın önünde olmam gerektiğini söyledi.
Uçağımız Ercan hava alanına indiğinde ailenin bütün fertleri oradaydı. Herkes beni ve kardeşimi karşılamaya gelmişti. Polis kontrolünden geçerken benim işim biraz uzadı. Görevli memur panik vaziyette önündeki ekrana bakıyor, yeniden bakıyordu. Baba ve anne adını, doğum tarihimi soruyor, kim olduğumdan emin olmak istiyordu. Tahmin ettiği kişi olduğumu anlayınca, “bir dakika beyefendi” diyerek yerinden kalktı ve “Siyasi Şube” ile istişare ettikten sonra geri gelip geçebileceğimi söyledi. O andan itibaren uzun yıllar sürecek “Siyasi Şube” takipleri başlamış oldu. Artık nereye gitsem, yanımda gölge gibi dolaşan adamlar vardı… Ertesi gün Kıbrıs’ın kuzeyini her ziyaret ettiğimde yaptığım gibi, köy kahvesine gittim ve insanlarla hoş-beş etmeye başladım. Fakat hiç bir şey eskisi gibi değildi. Tanıdıklarımın çoğu surat asıyor, ağızlarından kelimeler zorla çıkıyordu. Rejimim propagandası tutmuştu. İnsanlar ya gerçekten “hain” olduğuma inanıyor ya da benimle görünmekten korktukları için mesafeli davranıyorlardı. Artık Kıbrıs’ın kuzeyinde huzur bulamayacaktım, kısa ziyaretlerim büyük bir tedirginlik içinde geçecekti…
Adaya vardıktan birkaç gün sonra Ledra Palace’taki konferansa katılmak üzere söylenen saatte Denktaş’ın sarayının önünde beklemeye koyuldum. (Önceden telefonda dışarıda beklemem gerektiği söylenmişti) Bir işaret üzerine diğer katılımcıları da taşıyan arabaya bindim ve kontrol noktasında inerek Ledra Palace’a doğru yürümeye başladık. Arabada giderken Vedat Çelik “anavatan aleyhine konuşmak yok” diyerek sert bir uyarıda bulunmaya kalkıştı. Cevabım hazırdı: “ben anavatanım Kıbrıs aleyhinde konuşmam!”. Ortam iyice gerildi. Bana karşı son derece kibar davranmaya özen gösteren Mümtaz Soysal salondaki yerimizi alana kadar “solculuk ve yurtseverlik” arasında “doğru orantı” olduğunu, “Türk solunun bunu anlamadığını”, “solcu olmanın devletini sevmemek anlamına gelmediğini” anlatmaya çalışıyordu. Ben de safça, aydınların rolünden söz ediyor,  Emile Zola’nın “J’accuse”  örneğini vererek hakikati haykırmanın, yeri geldiğinde devlete kızmanın erdemlerini sıralıyordum. Tabii, tam bir sağırlar diyalogu yapıyorduk. Mümtaz Soysal epeydir ayrılıkçı politikanın hizmetindeydi ve Kıbrıs’ta barış konusunda herkesten çok daha katı bir tutum içindeydi. İki gün süren konferansta Türk heyetinin gözleri üstümdeydi. Bu yüzden kendimi oldukça kötü hissediyordum. Ne zaman söz almaya çalışsam, özellikle Vedat Çelik’in kötücül bakışlarıyla karşı karşıya geldiğimi hatırlıyorum. Sonunda, bütün cesaretimi toplayarak bir iki laf edebildim. Bu durum, konferansı Cyprus Weekly gazetesine haber yapan Zenon Stavrinidis’in dikkatinden kaçmamıştı. Benimle empati kurarak yaptığı haberde “genç akademisyenin Türk heyetinden farklı şeyler söylemeye çalıştığını” yazmıştı. Konferansı ve katılımcıları haber yapan Bayrak televizyonu ise benden tek kelimeyle bile söz etmemişti. Mümtaz Soysal başta olmak üzere, konferansa katılan herkesin görüşlerine yer veriyor, görüntülerini yayınlıyordu. Benim varlığım bütünüyle yok sayılıyordu. Belli ki, Bayrak televizyonunun “yasaklılar listesindeydim”. (Bu durum 2004 yılına kadar devam edecekti) Bunun üzerine Yenidüzen gazetesine bir röportaj vererek, konferansta olup bitenleri uzun uzun anlattım. Türk heyetinin çözüm konusunda iyi niyetli olmadığını, gerçek niyetlerinin ayrılığı kalıcılaştırmak olduğunu ifade ettim. Buna da ayrıca kızacaklardı…

Bu haber toplam 1638 defa okunmuştur
Gaile 209. Sayısı

Gaile 209. Sayısı