Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (31)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (31)
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
“Vatan haini” damgasıyla yaptığım Kuzey Kıbrıs ziyaretini tamamladıktan sonra hayatıma kaldığım yerden devam etmeye koyuldum. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Rejimle karşı karşıya gelmiştim ve ya burada durup geri vitesi takacaktım, ya da bildiğim yolda bütün belirsizlikleri göze alarak ilerleyecektim. Öyle bir yerdeydim ki, tereddüt etmek “temkinli” değil, inandığım her şeye ihanet etmek anlamına geliyordu. Kırgın ve üzgündüm. İktidarın pervasızca üzerime çullanması beni derinden sarsmıştı. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Fakat kendimi inkar etmeye veya benliğimi silmeye hiç niyetim yoktu. Bu sıradan bir “onur” meselesi değildi. Olup bitenden “başkaldıran bir insanın” duyabileceği içten bir haz da aldığımı söyleyemem. Yaptıklarım zaten bir “başkaldırı” sayılmazdı. Yaşadığım ikilem oldukça sadeydi: ömrümü o vakte kadar taşıdığım gibi taşımaya devam edecek ve kendi hayatımı mı yaşayacaktım, yoksa bezip havlu atacak ve Rejimin dayattığı sınırlamaları kabul mu edecektim? Soru buydu. Ne bir “kahramanlık” öyküsü, ne de “kutsal bir dava uğruna kendimi kurban etmem” söz konusuydu. Ben, düşünme ve eyleme özgürlüğüne sahip çıkmak istiyordum, Rejimin çizdiği sınırlar içinde kalmaya değil. Kısacası, mesele bir yanıyla özgürlük meselesi, bir yanıyla da banal milliyetçilerin pervasız ve faşizan saldırılarına pabuç bırakmama meselesiydi. Uzun boylu düşünmeden kendi yolumda yürümeye devam edecektim…
Kısa bir süre sonra yeniden Güney Kıbrıs’a uçtum. Bir yandan konferanslar veriyor, diğer yandan da “Duvarımız” belgeseli ile ilgileniyordum. Senaryo hazırlıkları için Panikos ile yaptığımız uzun sohbetlerde Kıbrıslı Rum ve Türk aydınları bir araya getirmenin yararlı olacağını düşünüyorduk. Bu görüşümüzü Berlin’de yaşayan ve Yeşiller partisinde oldukça aktif olan Traude’ye açtık. Fikir onun da hoşuna gitti. Lefkoşa gibi ikiye bölünmüş bir kent olan Berlin’e gidecek ve orada Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünü ve çarelerini konuşacaktık. Berlin Yeşilleri bize arka çıkmayı kabul edince, toplantıyı örgütlemeye başladık. Berlin’e gidebilecek Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlarla temas kurduk. Büyük bir heyecanla hazırlıklarımızı tamamladık ve ülkemizde mümkün olmayan özgür bir ortamda tartışabilmek için Berlin’e gittik. Kıbrıslı Türk ve Rum aydınlar ilk defa böylesine kalabalık bir grup olarak yurtdışında bir araya geliyordu. Üç gün süren derinlemesine tartışmalardan sonra “Federal Kıbrıs Hareketi İçin Temas Grubu”nu kurmaya karar verdik ve bireyler olarak gittiğimiz Berlin’den örgütlü olarak geri döndük. Artık yirmiye yakın kişiden oluşan ortak bir platformumuz vardı. Lefkoşa’da Ledra Palace otelinde buluşacak, ortak eylemler planlayacak, barış ve federasyon fikrini ileriye taşıyacaktık. Nitekim ilk büyük eylemimizi 1989 yılında Lefkoşa’da gerçekleştirdik. Alpay Durduran, Yannakis Matsis ve benim de katıldığım bir panelde Kıbrıs Sorununu ele aldık ve derinlemesine bir tartışmaya giriştik. Konferans salonunun önünde toplanan milliyetçi Rumlar etkinliğimizi protesto ederken, Kıbrıs Türk basını da bize aşağılayıcı yakıştırmalarla yükleniyordu. Hayatımda bundan sonra çok sık karşılaşacağım bir yere doğru ilerliyordum: ne zaman “Barış” diyecek olsam iki ateş arasında kalacak, ikiye ayrılan parçalarım bir o yana, bir bu yana savrulacaktı…
Kıbrıs’ta barış zor işti. Barış yapmaya kalkışanların işi daha da zor… Ayrı ayrı mevzilere yerleşerek birbirlerine kurşun sıkar gibi “söz sıkan” milliyetçilerin işi son derece kolaydı. Onlar birbirlerinin varlık gerekçesiydi. Birbirlerini “kötü öteki” olarak görüyor ve birbirlerini besleyerek var ediyorlardı. İki toplumun ayrı ayrı “haklılık” iddiasında bulunarak kavga etmesi onlar açısında arzulanır bir durumdu. Bu yüzden bu oyunu bozacak sözlerin söylenmesi veya birilerinin “araya girmesi” asla kabul edilemezdi. Milliyetçi Kıbrıslı Rumlarla milliyetçi Kıbrıslı Türkler “görünmeyen bir dayanışma” içindeydiler. Mavi ve kırmızı beyaz bayraklarını çatıştırdıkları gibi, hak, adalet vs. gibi kavramları da çatıştırıyorlardı. Tam da bu yüzden bölünmüş ülkemizde farklı ve çelişen “Vicdan” ve “Akılların” hükmettiği bir ortamda yaşıyorduk. Milliyetçi saplantılardan kaynaklanan ve birbirini karşılıklı dışlayan “hakikat ve adalet” taleplerinin öne sürüldüğü Monolojik bir durum söz konusuydu. Öznelerarası iletişim süreçlerine (Diyalojik) bütün kapılar kapatılmış, Monolojik bir iletişim anlayışıyla sürdürülen tek taraflı haklılık talepleri siyasi yaşamımıza damgasını vurmuştu. Milliyetçiler demokratik katılım ve tartışma ortamının oluşmasına karşı çıkarak tek yanlı bir adalet anlayışını hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Bu ortamdan çıkmak çoğulluğu dikkate alan Demokratik Adalet anlayışının yerleşmesi ve Demokratik Meşruiyetin sağlanması ile mümkündü. Bunun yolu da herkesin katılacağı bir tartışma ortamının yaratılmasından geçiyordu. Gelgelelim, buna çok az insan ilgi gösteriyordu. “Madunluk” söylemi, tek taraflı mağduriyet/haklılık iddiaları yaşamın bütün alanlarını kapsamış, diyalojik iletişimin önü bütünüyle kesilmişti. Tam da bu yüzden barış için atılacak adımlar “ötekine” karşı vicdanların iptal edilmesine yol açan tek taraflı mağduriyet söyleminden kurtulmak ve yeni bir Vicdan geliştirmekten geçiyordu. Tıpkı Hegel’in trajedi tanımlamasında olduğu gibi… Site’nin düzenini korumak için kuralları katı biçimde uygulayan Kreon ve bireysel duygulara sahip çıkarak kardeşini defnetmek isteyen Antigon trajik birer figürdüler. Çünkü ikisi de kendi açılarından haklıydılar ama suçlu da olabileceklerinin farkında değillerdi. Trajediyi yaratan da buydu. İki antagonist karşı karşıya gelmiş, her ikisi de kopmaz bağlarla ayrı ayrı gerçeklilere bağlanmışlardı. Ne var ki, bu gerçeklikler “Bütünün” sadece birer parçasıydı, bu yüzden de göreceliydi. Fakat bu göreceli gerçeklik antagonistler açısından “Bütünün” ta kendisiydi ve bunun için hayatlarını bile vermeye hazırdılar. Birinin zaferi ancak ötekinin tamamen yok edilmesiyle mümkün olduğundan, sonunda her iki antagonist de hem haklı, hem de suçlu duruma düşmüşlerdi. Bu trajik durumdan çıkmak, uzlaşarak barışmak için suçlu olabileceğimizin bilincine varmamız şarttır. Kendilerindeki suçluluk ve sorumluluk payının farkına varmayanlar barış yapamazlar. Kıbrıs tam bir trajedi yaşıyordu. Herkes kendi haklılığından emindi ve bunda ısrar ediyordu. En vahimi, bu oyunun bozulmasını hiç kimse istemiyordu. Bu yüzden, barış çalışmaları yapan herkes bir anlamda “oyun bozanlık” yapıyor oluyordu.
“Federal Kıbrıs Hareketi İçin Temas Grubu” da “oyun bozanlık” yapıyordu. Ve hiç kimse “oyun bozanları” sevmiyordu. Nitekim Lefkoşa’da örgütlediğimiz ilk konferansta Marios’un söyledikleri Kıbrıs Rum toplumunda “infial” yaratmıştı. Marios, 1967 yılında Yorgos Grivas Köfünye köyüne saldırı emri verdiğinde milli muhafız ordusunda askerlik görevini yapıyordu. Komutan askerlerine “Köfünye’ye girin ve topal tavuğa kadar her şeyi temizleyin” emrini vermişti. Marios bizzat yaşadığı bu olayı anlattıkça, dinleyiciler şoke oluyordu. Konferans salonunda buz gibi bir hava esiyordu. Kıbrıslı Rumlar kendi adlarına işlenen bu vahşeti ilk defa işitiyorlardı. Ertesi gün, Kıbrıs Rum basını Marios’u ve “Federal Kıbrıs İçin Temas Grubunu” yerden yere vuruyordu. Ne tuhaf, Kıbrıs Türk basını da konferansa katıldığımız için Alpay Durduranı ile bana saldırıyordu.
Yaşadığım pratikler giderek zihnimi açıyor, romantik sayılabilecek algılamalardan arınmamı sağlıyordu. Milliyetçiliğin gündelik hayat içinde performansını görüp yaşamak oldukça öğreticiydi. Giderek her şey biraz daha berraklaşıyordu. Ülkemiz banal milliyetçiliğin batağındaydı ve bununla hesaplaşmadan buradan çıkmanın imkanı yoktu. Fakat bu hiç de kolay değildi. Milliyetçilik toplumların yaşamını yönlendiren hegemonik bir ideoloji idi. Sol muhalefet bile milliyetçiler karşısında “utangaç” bir tavır içindeydi. Böyle bir ortamda “Temas Grubunun” ömrü uzun olamazdı. Nitekim, kısa bir süre sonra “Temas Grubunun” Ledra Palace’te toplanmasına izin verilmedi. Rauf Denktaş, “Temas Grubunun” Kıbrıslı Türk üyelerine “izin ambargosu” uygulayarak “Temas Grubunun” çalışmalarını sabote etti. İlginçtir, Kıbrıs Rum tarafı bu durumdan epeyce memnun olmuştu. Sivil toplum inisiyatiflerine şüpheyle bakılıyor, siyasi partilerin denetiminde olmayan hiç bir girişime sıcak bakılmıyordu. Nitekim “Temas Grubu” bir süre sonra dağılmak zorunda kaldığında bundan pek az kişi rahatsız olmuştu.
Bu deneyim göstermişti ki, iki toplumdan insanların katılımıyla ortak bir platform kurulduğunda, buna iki tarafın milliyetçileri şiddetle ve adeta “elbirliği” içinde karşı çıkıyorlardı. “Milliyetçilerin Diyalektiğini” Lefkoşa’nın tanınmış simalarından Ftohopoullos’un sözleri gayet iyi özetliyordu. Enosise gönülden bağlı olan Ftohopoullos (“Enosis” başlığıyla çıkardığı derginin alt başlığında “Ve varsın kanımız dereler gibi aksın” yazılıdır) bir vesile ile Panikos ile ikimize “Denktaş öldüğü zaman onu Yunan bayraklarıyla gömmemiz gerekiyor çünkü onun uzlaşmaz tutumu olmasaydı, Kıbrıs’ta çoktan federal devlet kurulmuş olurdu” demişti. Panikos da Ftohopoullos’a “sen de onun işine o kadar çok yarıyorsun ki, Denktaş seni herhalde Türk bayraklarıyla gömecek” diyerek yanıt vermişti. Evet, durum buydu ve bu ortamda barış arayışına çıkmak kolay değildi…
Berlin’de yaptığımız toplantıdan birkaç ay sonra Berlin Duvarı dünyayı sarsarak yıkılacaktı. “Bizim Duvarımız” ise bugüne kadar yerinde kalacaktı. Bu tarihsel olaydan sonra Panikos ile hazırlamakta olduğumuz filmin adı bulunmuş oldu: “Bizim Duvarımız…”