1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (34)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (34)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (34)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (34)

A+A-

Niyazi Kızılyürek

[email protected]

Naci Talat ile tartışmak üzere hazırladığım notlara “Kıbrıs Türk Solu Nereye Gidiyor?” başlığını koymuştum. El yazısıyla karaladığım notların tamamına yakınını o zaman yazıldığı şekliyle buraya aktarmakta yarar görüyorum:
“Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, burada “Kıbrıs Türk Solu” sadece Denktaş’a muhalif olan çevreleri kapsamına alıyor. Yani, Kıbrıs Türk Solu Marksist gelenek açısından incelenmiyor. Daha çok solun Kıbrıs Sorunundaki tezlerine dikkat çekmek istiyorum. İki bölgeli, siyasal eşitliğe dayalı Federasyon tezi Kıbrıs Türk liderliğinin Self Determinasyon talebinden ötürü çözüm taslağı olmaktan uzaklaştırılmıştır. Asıl kaygı uyandırıcı olan, Kıbrıs Türk Solunun da Self-Determinasyon talebiyle flörtleşmesi ve giderek bu talebi uzlaşmanın önkoşulu olarak benimsemeye yönelmesidir. Self Determinasyon gibi ilk bakışta herkesin ruhunu okşayan, üstelik Marksist gelenek içinde ve kurtuluş hareketlerinde meşru hak olarak görülen bu ilke Kıbrıs Türk Solu tarafından benimsenince neden kaygı uyandırıyor? Çünkü:
A) Kıbrıs Sorununun devamını teşvik ediyor.
B) İki toplum arasındaki antagonizmin güçlenmesine yol açıyor.
C) Kıbrıs Sorununu salt güçler-dengesi açısından ele alıyor ve “Güçlü Olan Haklıdır” makyavelizmini -ki Makarios ve Denktaşı yönlendiren bu anlayıştır- sürdürüyor.
D) Kıbrıs Türk toplumunun Self Determinasyon istemi tartışmalı topraklar üstünde hayata geçeceğinden, bu talebin topraksal ifadesi (territorial expression) Kıbrıs’ta sürekli savaş durumuna yol açar. (Örneğin Denktaş’ın Maraş “bizim bir mahallemiz” olarak adlandırması Rum toplumunda savaş ve intikam duygularını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor)
E) Kıbrıs Türk toplumu özgür bir iradeye sahip değildir. Koşullandırıcı bağımlılık ilişkileri içinde tutulmaktadır. Bu bakımdan Self Determinasyon isteği koşullandırıcı bağımlılık ilişkilerinin ebesi olan Militarizme hizmet eder.
F) Yukarıda saydıklarım, nesnel sonuçları bakımından Self Determinasyonun Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarına tekabül etmediğini göstermek amacını taşıyor. Bunun yanında –pek önemsememekle birlikte- bu istemin uluslararası hukuk açısından hiç bir dayanağı yok.
G) Peki, bu talebin tarihsel haklılığı var mı? Bence, çok önemli olan bu soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Yani Self Determinasyon talebi tarihsel açıdan haklı bir talep değildir.

Kendi Kaderini Tayin Hakkı Başkalarının Kaderini Belirleme Hakkı İçermez
Kıbrıs’ta Self Determinasyon tartışmalarının bir tarihi vardır. Ada Nüfusunun %80’i uzun yıllar sömürge yönetimine karşı çıkarak kendi kaderini tayin etme hakkını talep etmiştir. Ne var ki, ada nüfusunun %18’inin karşı çıkması ve bu gerekçe veya bahaneyle dış güçlerin müdahalesi %80’lik nüfusu kendi kaderini belirlemekten alıkoymuş ve başkalarının da kaderini gözetmek zorunda bırakmıştır. Böylece, tarafların “kendi haklarında” ısrarlı olmaktan vazgeçtikleri, siyasal istemlerini öbür tarafı da gözeterek yeniden düşünmek zorunda kaldıkları bir Kıbrıs Gerçeği ortaya çıkmıştır. Kıbrıs Rum liderliğinin bu Kıbrıs Gerçeği ile barışık olmadığı ve uzun yıllar tutarsızlıklar içinde bocaladığı bilinen bir durumdur. Kıbrıs Gerçeği ile Kıbrıs Rum liderliği örtüşmediğinden ve Kıbrıs Gerçeği Kıbrıs Rum liderliğinin siyasetine yansımadığından, 1974’e kadar kalıcı çözüm bulmak mümkün olmamıştır. 1974’ten 1990’na kadar geçen süre içinde Kıbrıs Gerçeği –öbür tarafın çıkarlarını da gözetme zorunluluğu- Kıbrıs Rum liderliği tarafından kabul edildi ve iki bölgeli, siyasal eşitliğe dayalı federasyon tezi benimsendi. İşte, bu noktada Kıbrıs Türk liderliği hiçbir tarihsel dayanağı olmayan ve Kıbrıs Gerçeğine bütünüyle ters olan bir istemle ortaya çıktı. Kendi kaderini tayin etme hakkını isteyerek öbür tarafın kaderiyle oynamaya başladı. Kuzey Kıbrıs’tan göçürtülen insanlara Kuzey Kıbrıs yasak bölge olarak kaldıkça, o bölgede bugün yaşayan insanların kendi kaderlerini tayin hakkı adına göçürtülen insanlara o bölgeyi kapalı tutmak, o insanların kaderiyle oynamaktan başka ne olabilir?
Oysa daha önce de sözünü ettiğim gibi, Kıbrıs adasında tarafların sadece ayrı ayrı ve salt kendi hakları adına siyasal ısrarları, Kıbrıs insanının mutsuzluğuna yol açtı. Üstelik, kendi haklarına ve sadece kendi haklarına karşı sorumlu davranmak Kıbrıs tarihi ve o tarihin geliştirdiği hukuksal ve tarihsel iç-içeliğe aykırı düşüyor. Yarışmacı milliyetçiler bu hukuksal ve tarihsel iç-içeliği bir yana bırakıp kendi haklarını kanıtlamak üzere siyaset yaparak, şovenizmin diyalektik bir ilişki içinde, her iki toplumda da kitleler üstünde siyasal, ahlaksal, ekonomik ve psikolojik baskılarını yoğunlaştırmasını sağladılar. (Bu baskının şiddeti 1950-1974 arasında Kıbrıs Rum solunu geriletmişti. Aynı şovenist diyalektik giderek Kıbrıs Türk solunu da etkisi altına alıyor.)
Bağnaz bir haklılık anlayışı kaçınılmaz biçimde iktidar-tutkusuna dönüştüğünden, Kıbrıs adasının büyük ihtiyacı olan güven-tutkusuna büyük darbeler indirmiştir. Haklılık iddiası ve ondan türeyen iktidar tutkusu sadece güç-ilişkilerine karşı duyarlı olduğundan Kıbrıs insanını ve geleceğini güç-ilişkilerine havale ettiği gibi, etiği ve insani sorumluluğu da yok ediyor. Güç-ilişkilerini yeniden üreten ve Kıbrıs’ın siyasal yaşamında güç-ilişkilerini merkeze oturtan bu haklılık iddiası en son kertede en büyük haksızlıklara yol açan “Güç-İlişkileri-Belirler” yargısını geliştirerek haksızlıkların devamını sağlıyor. Başka bir anlatımla, çok acı çektiğimiz 1964 ortamını belirleyen mantığı siyasal davranışın odak noktası yapıyor. Bu milliyetçi-intikamcı tutum bütün milliyetçilerin açmazına da işaret  ediyor. Başkaları milliyetçi-intikamcı davranınca isyan ediliyor, -1964’ü her gün gündeme getirmeleri bundandır- kendileri aynı davranışı sergiledikleri zaman yurtsever ve kahraman oluyorlar. Bu yüzden Kıbrıs kaçıncı intikam-dönemini yaşıyor.
Şimdi R.R. Denktaş’ın Kıbrıs politikasına ve Kıbrıs Türk solunun tutumuna göz atabiliriz. (…) Denktaş’ın izlediği siyasetin özünde Güçler-Dengesine sığınarak yeni bir Kıbrıs Gerçeği yaratmak yatar. Yeni Kıbrıs Gerçeği ise tarihsel gelişim içinde biçimlenen ve öbür tarafın da çıkarlarını gözetmek zorunluluğunda ifadesini bulan tarihsel-hukuksal iç-içeliği ortadan kaldırma çabasıdır.  Denktaş’ın Self-Determinasyon talebi bu tarihsel-hukuksal iç-içeliğin yerine Güçler-Dengesinden aldığı destekle tarihsel-hukuksal kopuşu yerleştirmektir. Bu kopuşu benimseyen herkes Rumlarla istediği kadar ilişki kurabilir, istediği kadar solcu olabilir. (Dikkat edilirse görülür ki, 1974’e kadar Kıbrıs Rum liderliği aynı tarihsel-hukuksal kopuş peşinde koşmuş ve bu serüven acıyla sonlanmıştı.)
Peki, bu nasıl bir tarihsel-hukuksal iç-içeliktir ki, Kıbrıs Rum liderliğinin ve Kıbrıs Türk liderliğinin onca saldırılarına, böl-yönet politikalarına rağmen ayakta kalmış, bütün çatık kaşlı asık suratlı siyasetçilere rağmen gülümseyen ışıldayan bir eda içinde varlığını korumuştur? Bu soruya bir cümle ile yanıt vermeye çalışacağım. Çünkü, adı geçen içiçelik Kıbrıs adasında dört yüz yıldan beri yaşayan insanların siyasal çıkarlarını, Kıbrıs adasıyla ilgili olan Yunanistan, Türkiye ve İngiltere’nin çıkarlarını, ABD’nin ve bütün Batı dünyasının bölgedeki çıkarlarını dengeleyen tarihsel bir formasyondur. Bu iç-içeliğin yerine kim kopuşu yerleştirmek isterse, bu çıkar dengelerinden oluşan tarihsel yapının temellerine dinamit koymaya kalkışır. Bunu başarmak için bu tarihsel yapının şiddetinden daha büyük şiddet uygulaması gerekir ki, bu ne Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın, ne de Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin elinde vardır. Öyle 15 Temmuz ve 20 Temmuz gibi irade gösterileriyle sonuç almaya kalkışmak, zavallı başkaldırılardan öteye gidemeyeceği gibi, sonuca ulaşmak için Yüzyıllık Savaşları göze almak gerekecek…
Dönelim Kıbrıs Türk soluna. Denktaş’ın Türkçülük Rumculuk söylemine kapılarak karşısına Kıbrıslı kimlik içinde çıkmak Denktaş’ın siyasetine karşı muhalefet etmek değildir. “Kimliğimiz erozyona uğruyor”, “Biz Rumlarla anlaşmak istiyoruz” vb. tutumlar Denktaş’a karşı muhalif olmanın ölçüsü olmadığı bir yana, siyaseti de mistifikasyona uğratır. Mesele Denktaş ile kutuplaşmak değil, Denktaş’ın siyasetinin gerçek karşıtı olmaktır. (Burada AKEL’e işaret edebiliriz. Yıllarca Rum liderliğiyle kutuplaşmış ama hiç bir zaman karşıt olmadığı gibi, gerçek bir muhalif de olmamıştır.) Yani, tarihsel-hukuksal iç-içeliği, başka bir anlatımla, öbür tarafın çıkarlarını gözetme zorunluluğunu siyasal ve ideolojik mücadelenin merkezine oturtmadıkça, sadece Kuzey Kıbrıs çerçevesi içinde mücadele ettikçe, Denktaş’ın ayrılıkçı siyasetinden kopmak mümkün değildir. Kıbrıs Türk solu tarihsel-hukuksal iç-içeliğe sahip çıkmadıkça, yeni kan davalarında ve Yüzyıllık Savaşlarda sorumluluk sahibi olacak…”
Yukarıdaki metin çerçevesinde yaptığımız yoğun tartışmalardan kısa bir süre sonra Naci Talat vefat etti. Kıbrıs’ta barışın ve kardeşliğin bu büyük lideri, CTP’nin AKEL ile kurduğu ilişki biçiminden rahatsızdı. Partinin daha bağımsız hareket etmesini istiyordu. Bunda, kuşkusuz, kendisinin AKEL nezdinde yaşadıklarının da etkisi vardı. AKEL’e duyduğu kızgınlık onu zaman zaman tepkisel bir siyasete ve söylem içine sürüklüyordu. Naci’nin nasıl bir yol izleyeceği, kafasındaki sorulara ne türden yanıtlar vereceğini bilemeyiz. Erken ölümü bunu imkansız kıldı. Fakat o dönemde AKEL’e ve Sovyetler Birliği’ne sıcak bakan ve Naci Talat’ı “AKEL-karşıtı” bulup, ona destek vermeyen kadroların Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “KKTC-Odaklı” siyasete sahip çıktığı bir vakıadır. Zaman içinde CTP “kedinin kuyruğunda maşrapa olmaktan” kurtuldu ve tarih bu açıdan Naci Talat’ı haklı çıkardı ama bu süreçte bir zamanlar AKEL’e körü körüne bağlı olanlar artık AKEL’e körü körüne karşı çıkmaya başlayacaklardı. 
Demokratik Mücadele Partisi projesinden sonra CTP ile arama iyice mesafe koydum ve Alpay Durduran’ın kurduğu Yeni Kıbrıs Partisine (YKP) yakınlık duymaya başladım. YKP’nin yayın organı Yeniçağ gazetesine daha önce Naci Talat’a defalarca söylediğim şu satırları yazdım: “İki toplumu ve adanın bütününün gözetmeyen, sadece bir etnik grubun çıkarlarını dikkate alarak üretilen siyasetler adanın bölünmesini derinleştiren siyasetler olmaya mahkumdur”. Buna yürekten inanıyordum. Hala da inanıyorum…
Sonuç olarak, iki etnik grubun arasında süren milliyetçi çekişmenin orta yerinde kaldığım yetmiyormuş gibi, ülkenin iki büyük sol partisi tarafından da “huzur bozucu” olarak görülmeye başlamıştım…

Bu haber toplam 1428 defa okunmuştur
Gaile 213. Sayısı

Gaile 213. Sayısı