Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (40)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (40)
Niyazi Kızılyürek
Duvarımız belgeselini bitirdikten uzun yıllar sonra Harulla vefat ettiğinde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Harulla’yı bir Hıristiyan olarak defnetmeyi kabul etmiyordu. Sanırım, hiç bir şey Hasan’ı bu olay kadar yaralamadı. Yarım asırlık evlilik hayatında karısının dinine saygı duymada zerre kadar kusur etmeyen Hasan, şimdi papazların korkunç bağnazlığı ile karşı karşıya idi. Müslüman biri ile evlenen ve bir zamanlar kağıt üstünde din değiştirerek Müslüman olmak zorunda kalan Harulla’ya papazlar adeta “kirlenmiş” muamelesi yapıyor, onun için kilisede ayin düzenlemeyi reddediyorlardı. Sonunda, ben de dahil olmak üzere, bir sürü insan seferber olduk ve Harulla’nın “son durağına” gitmeden önce kiliseye uğramasını sağladık. Gelgelelim, “son durak” da sorunluydu. Harulla, ölmeden önce defalarca nihai yolculuğuna çıktığında Hasan’ın yanında yatmak istediğini söylemişti. Fakat Hasan’ın öldüğünde gömülmek istediği Androliki köyünde sadece Müslüman mezarlığı vardı. Harulla’yı bir Müslüman mezarlığına gömmekse dinsel adetlere aykırıydı. Ne yapacağımızı kara kara düşünürken Hasan keskin zekasıyla ilginç bir çözüm buldu. Harap vaziyette olan Türk mezarlığının sınırını belirleyen bir tel örgü çekti ve “Türk mezarlığı burada biter” dedi. Hemen yanına, yani “sınırın” ötesine bir mezar açtı ve oraya bir haç dikti. Harulla’nın mezarı işte burası olacak, Harulla burada yatacaktı. Hasan öldüğünde de yanı başındaki Müslüman mezarlığına defnedilecek. Sınırlarla oynamayı iyi bilen çoban Hasan bu çetrefil soruna da pratik bir çözüm bulmayı başarmıştı.
Duvarımız belgeselinin karizmatik kişilerinden biri de Fatma teyze idi. Annemin akrabası olan Fatma teyzeyi çocukluğumdan hatırlıyordum. Ailemden farklı olarak ne 1964 krizinde, ne de 1974 savaşında köyünü terk etmemişti. O hep orada, doğup büyüdüğü köyünde kalmıştı.
Fatma teyze henüz daha genç kız sayılırken militarizmin ve seksizimin kurbanı olmuştu. Fakir aile kızı küçük yaşında kendinden yaşça oldukça büyük olan bir bakkalla evlendirilmişti. Öte yandan adayı bölmeye koşullanmış ayrılıkçı Türk milliyetçileri Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasında hiç bir ilişki kalmasını istemiyorlardı. Asırlardan beri iç içe yaşayan insanların birdenbire ilişkilerine son vermeleri elbette kolay değildi. Bu zor işi “kolaylaştırmak” ancak şiddet kullanmakla mümkündü. O dönemde kurulan yer altı teşkilatı tam da böyle bir görev üstlenmişti. TMT, Kıbrıslı Rumlarla ilişkisi olan Kıbrıslı Türklere karşı adeta terör estiriyordu. Kıbrıslı Rumlardan alış veriş yapan Türkler dövülüyor, işçi sendikalarında Rumlarla birlikte örgütlü bulunan işçiler tehdit ediliyordu. Bu kampanyanın bir sonucu olarak 1958 yılının Mayıs ayında önde gelen solcu işçiler peş peşe katledildiler. Bu terör havasından Fatma teyze de payına düşeni aldı. Kıbrıslı Rumlarla “arası iyi” olduğu gerekçesiyle köyün genç militanları tarafından dövüldü. Onu dövenler çiçeği burnunda delikanlılardı. TMT üyesi olmuşlardı ve adanın bölünmesi gerektiğine yürekten inanıyorlardı. Çoğunun akrabası Kıbrıslı Rum olmasına karşın “Kıbrıslı Rumlarla bir arada yaşayamayız” deyip duruyorlardı. Onlara bu cümleyi elbette “Zamanın Ruhu” söyletiyordu ama Fatma teyzeyi kendi elleriyle dövmüşlerdi. Onuru incinen Fatma teyze bu olaydan sonra Kıbrıs Türk toplumuna küstü ve geri kalan ömrünü Kıbrıslı Rumlarla geçirmeye başladı. 1974 yılında ada ikiye bölündüğünde, bir oğlu hariç, diğer çocukları Kıbrıs’ın kuzeyine taşındı. Yanında kalan çok sevdiği oğlu ise elim bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Uluslara inanmayı çoktan terk eden Fatma teyze, Erol’ün ölümünden sonra Tanrı’ya olan inancını da kaybetti. Artık inançsız ve ulussuz yaşayan yaşlı bir bilgeydi…
“Duvarımızı” çekmeye başladığımızda ziyaretine gittim. Tek başına yaşadığı geleneksel Kıbrıs evinin duvarlarında üç resim yan yana asılı duruyordu: Kral Edward, Başpiskopos Makarios ve Mustafa Kemal Atatürk. Fatma teyze üçüne de saygı duyuyordu ve çok-kimlikli hayatını büyük bir doğallık içinde yaşıyordu. Bir gün hatırını sormak için uğradığımda evinde bir kaç kişilik bir grubun kahve falı baktırdığını gördüm. Kahve falı baktırmaya gelenler eşcinsel Kıbrıslı Rumlardı. Fal faslı bittikten sonra Fatma teyzeye erzak ve para bırakarak çıkıp gitmeleri beni şaşırttı. “Ne yapıyorsun teyze dediğim zaman, “bunlar duymak istediklerini duymak için bana geliyorlar oğlum” dedi. Bir başka sefer de pahalı arabalarla gelen şık kadınlara rastladım. Onlar da fal baktırmaya gelmişlerdi. Belli ki, Lefkoşa’nın orta sınıfına mensup bireyleri “her şeyi öngören Türk Falcı” mitosu yaratmış, Fatma teyzeye uğrayıp fal baktırmayı adet edinmişlerdi. Bu ilginç bir durumdu. 1974’ten sonra hiç bir Kıbrıslı Türk’le karşılaşmadan büyüyen Kıbrıslı Rumlar “oryantalist” bir yaklaşım içinde bu “doğulu egzotik Türk kadına” uğruyor ve kendi Helen-Ortodoks toplumlarında rahatlıkla ifade edemedikleri cinsel hallerini onunla paylaşıyorlardı. Bir sosyolog kadar keskin gözlemleri olan Fatma teyze her şeyin farkındaydı. Ona uğrayanların neden geldiklerini daha kapıdan girer girmez tahmin ediyor (tahminlerinde nadiren yanılıyordu) ve onlara “fal” diye yüzlerindeki ifadelerden, yaş, cinsiyet, kıyafet vb. gibi verilerden hareketle hayatlarını anlatıyordu. Panikos ile kapısını çaldığımızda ve “motor” diye bağırarak çekime başladığımızda, bizi misafir ettiği odaya buhurdanlıkla daldı ve Türkçe ve Rumca olarak bizi tütsüledi. Buhurdanlıkta yanan zeytin dallarının dumanı üzerinde ellerimizi gezdirirken, “bütün kötülüklerden korunmamız” için dua etti. Duasının yarısı İncil’den, öbür yarısı Kuran’dan alıntılar gibiydi. Ona bir fotoğraf göstererek çekim yapmaya devam ettik. Fotoğrafta ünlü sinema yönetmeni Yılmaz Güney, Fatma teyzeyi sımsıkı sarmış, yüreğine bastırıyordu. Fotoğrafı görür görmez gözyaşlarına boğuldu. “Bu da öldü” diyerek oğlunun ölüm acısını yeniden yaşadı. Hapisten kaçarak Paris’e sığınan ünlü sinemacı bir süre sonra Kıbrıs’ın güneyine gittiğinde Fatma teyzeye de uğramış ve onu bağrına basmıştı. Güney’in Kıbrıs ziyaretinin resmi gerekçesi Kostas Kavras ile birlikte filmlerinin gösterilmesi idi. Sonunda Kavras gelememişti ama Güney yine de ziyaretini iptal etmedi. Çünkü onun Kıbrıs ziyaretinin filmlerinin gösteriminden öte, çok özel bir anlamı vardı. Yılmaz Güney hapisten kaçmayı planlarken, kaçış senaryolarından biri de Kıbrıs’ın güneyine çıkmaktı. Güney’in Kıbrıs’a kaçması halinde onu karşılayacak ve koruyacak hücre içinde Panikos da yer alıyordu. Bu yüzden Panikos’tan aldığı ziyaret davetini geri çevirmek istemedi. İşte, Yılmaz Güney’i Kıbrısa getiren bu vefa borcuydu. Fakat resmi Türkiye için bu tam bir “vatan hainliği” örneği idi…
Fatma teyze ile yaptığımız röportajın ana konusu TMT militanları tarafından dövülmüş olmasıydı. Olayın üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına karşın anlatırken sözlerine gözyaşları karışıyordu. İlginçtir, film piyasaya çıktıktan sonra bu sahne yüzünden epeyce saldırı alacak ve “TMT’ye” terörist demekle suçlanacaktık. En komik olan da şuydu: Fatma teyze konuşurken cinsel terimleri ve cinsel organları çok rahat telaffuz ediyordu. Buradan hareketle Kuzey Kıbrıs’ın banal milliyetçileri adımın yanına “porno yazarı” sıfatını takacaklardı. Bununla kalsa iyi… Tepkiler sadece komik değil, aynı zamanda, oldukça trajikti de. Kıbrıslı Türklerin barış için ayağa kalktığı 2002-2004 sürecinden sonra CTP’nin iktidara gelmesiyle Bayrak televizyonuna atanan müdürün filmi gösterme cesareti banal milliyetçileri çıldırtmıştı. Müdürün kellesini istiyorlardı. Ve solcu iktidar hiç çekinmeden müdürün kellesini onlara verecek ve Bayrak televizyonunun müdürünü görevden alacaktı. Solcuların sağcılara şirin görünme kompleksi eski bir sendromdur. Fakat Kıbrıs Türk toplumunda bu iki defa böyledir. Uzun yıllar “Vatan Haini/Rumcu” olmakla eleştirilen solcuların büyük bir kısmı bu suçlamaları içselleştirerek bir kompleks haline getirmişlerdi. Bu yüzden her fırsatta “vatansever” olduklarını ispatlamaya çalışıyorlardı. Ayrıca, Kıbrıs’ın kuzeyine üslenmiş Türk ordusu solculara kem gözle bakıyor, bu yüzden de bazı solcular gözlerini budaktan sakınır gibi orduyu kızdırmaktan sakınıyorlardı. Türk ordusuna “dil uzatan”, TMT’ye “terörist” diyen (belgeselden bu kadarını anlamışlardı) bir filmi gösteren BRT müdürü elbette görevinde kalamazdı. Sonunda ferman çıktı ve müdür Tanrılara kurban edildi…