1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (46)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (46)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (46)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (46)

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
[email protected]


Neyin hasreti idi bu? Adı var mıydı? Örneğin bir sürgünün hasreti miydi? Kendini sürgünde bulan birinin hasreti anlaşılır bir duygudur. Bir zorunluluk sonucu yurdunu terk etmek zorunda kalan bir kişiye her şey yabancılığını hatırlatır. Eğer bir yazar-çizerse, gittiği ülkede ona yabancılığını en çok dil hissettirir. Nitekim sürgüne giden yazarlar için söylenen bir deyiş vardır: “ülkesinde ne yazıp çizeceğini herkes merak ediyordu ama konuşması yasaktı. Sürgünde kendini ifade etme özgürlüğüne sahiptir ama hiç kimse ne diyeceğini merak etmediği gibi, kendisi de ne söylemek istediğini unutmuştur.” Bu ve buna benzer nedenler yüzden sürgün koparıldığı veya koptuğu yere dönme hasreti içinde yaşar. Benimkisi böyle bir durum değildi. Ne sürgüne gitmiştim, ne de dil sorunum vardı. Teorik olarak memleketimde yaşıyordum. Fakat memleketim bana yurt olmamıştı ve sorun da galiba buydu.
Sürgünü bir metafor olarak düşünürsek, Bernhard Schlink’in de dediği gibi, sürgünde yaşamak başkaları tarafından belirlenen koşullarda yaşamak demektir ki, bu da kişide yabancılaşmaya yol açar. Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan bir Kıbrıslı Türk “çifte-yabancılaşma” yaşar. Özellikle Kıbrıslı Rumların 1974 Savaşının sonuçlarını derinden hissettiği o yıllarda… Genel olarak bütün Kıbrıslı Türklerin yaşadığı, kendi hayatlarına kendilerinin hükmetmemelerinden kaynaklanan yabancılaşmaya Güney’de yaşamanın yarattığı yabancılaşma duygusu da eklenince, durum hepten vahim bir hal alıyordu. Kıbrıslı Rum elitlerin hükmettiği bir ortamda yaşayan Kıbrıslı Türk sadece dışlanmıyordu, aynı zamanda, şüpheci bakışların da nesnesi oluyordu. “Automolos” (Disertör, yani düşman saflara katılan kişi) olarak görülüyordu. Böylece, adanın kuzeyinde “hain”, güneyinde de “potansiyel ajan” muamelesi görüyordu. Uzun lafın kısası, her hal ve şartta “Öteki” sayılıyordu.
Bir insanın doğup büyüdüğü ülkede, yani “kendi evinde” sürgündeymiş gibi yabancılaşma duygusu içinde yaşaması elbette Kıbrıs’ın tarihsel ve siyasal gerçeklikleriyle ilgili bir durumdu. 20. yüzyılın ilk üççeyreğini “milli-hasret” duygusuyla geçiren ve bir çocuğun annesinin kollarını özlemesi gibi “anavatanlarına” özlemle bakan Kıbrıs insanları 1974 sonrasında “anavatan-yanılsamasından” uyandıklarında, parçalanmış bir ülkede yaşadıklarını ve “yapayalnız” kaldıklarını anlar gibi olmuşlardı. Artık, “anavatanın kollarında “yurt-hasretini” dindirmek isteyenlerin sayısı son derece azdı ama ortak bir hasretleri de yoktu. 1974 Savaşının mağdurları Kıbrıslı Rumlar artık “anavatan hasreti” içinde değil, “asrı saadet” hasreti içindeydiler. Bütün benlikleriyle geriye bakıyor ve “geri dönüşü” özlüyorlardı. Nitekim hasretlerinin adını da “Epistrofi” (Geri Dönüş) koymuşlardı. Bu, hem mekânsal hem de zamansal bir geri dönüş özlemini anlatıyordu. Fakat ikisi de mümkün görünmüyordu. Adı konulamayan ve yası tutulmayan bu kayıplar Kıbrıs Rum toplumunu melankoli kadar, milliyetçiliğe, halüsinasyona, her şeye karşı şüphe duymaya ve içe kapanmaya gark ediyordu. Böyle bir toplumun sokaklarında “bir Kıbrıslı Türk” olarak yürümek insanın içini üşütüyordu. Kıbrıslı Türklere gelince… Onlar kendilerini 1974 Savaşında çanak gibi ikiye bölünen ülkede tankların açtığı mekan ve zamanda buldular ya da kendilerini oraya attılar. Ne hasretini çektikleri bir geçmiş, ne de hükmetmek istedikleri bir gelecek vardı artık. Öylesine, “hasretsiz” yaşayıp gidiyorlardı. Kıbrıslı Rumlar hasretlerini geçmişe odaklarken, Kıbrıslı Türkler ne geçmişe bakıyorlardı ne de geleceğe… Benim hasretim galiba ülkedeki bu “Hasret Konfüzyonu” ve “Hasret Yokluğundan” kaynaklanıyordu. Bölünmüş bir ülkenin çocuğu olarak şiddetin, milliyetçiliğin, savaşların, “etnik hakikatlerin” belirlediği ve insanların bir kaleye çekilir gibi etnik komünitelere sığınarak yaşadıkları, bana hiç bir “yarısının” yurt olmadığı bir memlekette yaşıyordum. Çatışan etnik cemaatlerden biriyle özdeşleşmeyi ve “taraf” olmayı reddediyordum. Fakat herkes gibi ben de bir cemaat içinde doğup büyümüştüm ve şimdi oradan çıkıp giderken kendimi “kuşların kanatlarından düşmüş” gibi hissediyordum. Yersiz-yurtsuzdum… Aslında bu benim şahsıma özgü bir duygu değildi. Benim bireyselliğimi aşan ve tarihsel bir bağlamı olan bir duyguydu bu. Benden önce “buralardan” başkaları geçmişti. Ülkede etnik çatışmaların başladığı, maskeli adamların insanları zorla bir komüniteye hapsettiği, “etnik mutlakiyetçiliğin” hayatın bütün alanlarına hükmettiği ve ülkenin parçalanmaya başladığı 1950’li yılların sonunda, ülke gibi pek çok insan da parçalanmıştı. O yıllarda iki arada bir derede kalan ve “Toplumsalı” “Etnik Siyasetin” önüne koyduğu için maskeli adamların kurşunlarına hedef olan insanlarla benzer bir yurtsuzluk duygusu yaşıyordum. Onların hikâyeleri ile benim hikâyem adeta iç içe geçmişti. Ülkelerinin bölünmesine itiraz ederken kendileri bölünen, hatta öldürülen bu insanların öykülerinde kendimi “evimde” hissediyordum. Her biri ayrı bir dram yaşayan bu talihsiz kuşak özellikle 1974 sonrasında hepten unutulmuş veya hikayeleri toplumun bilinç-altına atılmıştı. Benim için bu “unutuşa” karşı “hatırlamakta” direnmek, iktidara karşı direnmekti. Bunun bir bedeli de yakın geçmişte yurtsuzluğa ve ölüme mahkûm edilenlerle benzer bir kaderi paylaşmak olacaktı. Kuşkusuz, onlara kıyasla biraz daha “şanslı” sayılırdım. Ülke 1974 yılında bölündükten ve bir yarısında Türk bayrağı dalgalanmaya başladıktan sonra yeraltı teşkilatı adam öldürmeyi artık gereksiz buluyordu. Fakat ayrılıkçı rejimin kendine özgü “linç” yöntemleri vardı. Dışlanma, horlanma ve “vatan haini” damgasıyla damgalanma bunların başında geliyordu ve ben de bunlardan payıma düşeni almıştım. İşte, beni Zenon’ların evinin avlusuna diktiğim ağacın adını “Hasret” koymaya iten ve bana “ölürsem beni bu ağacın altına gömün” dedirten dürtü, muhalif Kıbrıslı Türklerin burada sözünü ettiğim tarihsel ahvalinden kaynaklanıyordu. Benden önce bu duyguyu yaşayan insanların sayısı hiç de az değildi. Aşağıda hikayesini aktardığım Mustafa İbrahim onlardan (“bizden”) sadece biriydi.
1958 yılında maskeli adamlar, çobanın keçi sürüsünü ağıla tıkamak için değnekle kovaladığı gibi, ellerinde silahlarla Kıbrıslı Türkleri “etnik-ağıla” tıkamak için kovalamaya başladıklarında, başka insanlar gibi Mağusalı bir işçi olan Mustafa İbrahim de can derdine düşer. Hayatını kurtarmak, canını korumak için tanıdığı Kıbrıslı Rumlardan yardım ister ve ailesi ile birlikte Aşağı-Mağusa’ya (Rum bölgesine) taşınır. Bir gün, 20 Temmuz (1958) günü, evine ekmek götürmek için her gün uğradığı Yannis Manousiou’nun dükkânından alış veriş yapar ve evinin yolunu tutar. Evine birkaç metre kala saldırıya uğrar ve sırtına tam altı kurşun saplanır. Kanlar içinde yere yığılan Mustafa İbrahim’in başına üşüşen Kıbrıslı Rum kadınlar çok iyi tanıdıkları EOKA üyesi katile beddua okurken olay yerine gelen Mihalis kanlar içinde yatan Mustafa’yı arabaya koyarak hastaneye kaldırır. Yolda giderken Mustafa, “ben Kıbrıslı Rumlara ne yaptım, beni neden öldürmeye kalktılar, yaşamak için nereye gideyim” diyerek acı içinde söylenip, iç geçirir. Sonra katilin adını mırıldanır. “Ölürsem, beni Toumazo’nun oğlunun vurduğunu bilin” der ve bayılır. Hastanede sağlığına kavuşan Mustafa, ailesiyle gerisin geriye Tük mahallesine taşınır. Bu olaydan birkaç ay sonra hayatını kurtaran Mihalis ile bir araya gelir. Ağzından şu sözcükler dökülür: “Yoldaş Mihali, bana bir tavsiyede bulun… Ruhumu hangi cehenneme teslim edeyim? Türklerin cehennemine mi Rumların cehennemine mi? İki taraf arasında yaşarken şoven Türkler tarafından öldürülmekle karşı karşıya kaldım. Kurtulmak için Kıbrıslı Rumların tasvibi ile Aşağı Mağusa’ya geldim ve sırtımdan vuruldum. Mecburen Türk semtine geri döndüm ama kendimi güvende hissetmiyorum. Ne yapayım? Bu çilekeş canımı hangi cehenneme teslim edeyim?” Mustafa İbrahim’in bölünmüşlüğü de kendi şahsına özgü değildi. O dönemde Kıbrıs’ın bölünmesine karşı çıkan diğer Kıbrıslı Türkler de benzer duygular içindeydi. Kimi iki ateş arasında kalmıştı, kimi de “nefret nesnesi” haline geldiği ve hayatı tehlikede olduğu için ülkesini terk etmişti. Kısacası, ülkeleri bölünmesin diye didinip uğraşırken kendileri bölünmüştü. Bir yanda Türk milliyetçiliğinin saldırganlığının ve öfkesinin nesnesi olan, diğer yanda da işçi sınıfına kadar sızan Helen milliyetçiliğinin kendini beğenmiş edası karşısında çaresizliğe yuvarlanan bu insanlar iyice bedbaht olmuşlardı. Ben bu kuşaktan biri değildim elbette. “Cumhuriyet çocuğu” olarak dünyaya gelmiş ama bir mülteci olarak yaşamıştım. Fakat 1974 Savaşı sonrasında “entelektüel bir duyarlılıkla” milliyetçiliği ve militarizmi sorgulamaya başlamak üzere çıktığım yol, pek de farkında olmadan beni 1958 kuşağının kaderine bağlamıştı. Şimdi kaç zamandır gözüme pırıl pırıl görünen “evimin” dolaplarında iskeletlerin saklandığını öğrenmiştim. Ve dolapları açıp iskeletleri görünür kılınca, “evsiz” kalmaya mahkûm olmuştum.
Yersiz-yurtsuzluğu taşımak kolay değil. 12. yüzyılda yaşamış keşiş St. Victor’lu Hugo’nun sözleri kulağa hoş gelse de, bu böyledir: “memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan, yurt sevgisini dünya üzerinde tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan, sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.”
Ne var ki, bir momentumdan ötekine geçmek, eğer geçilebiliniyorsa şayet, yani, kendini yeniden yaratmak oldukça meşakkatli ve acılı bir süreçtir. Ben artık memleketimi “güzel” bulmuyordum ama ne yurt sevgimi “her yere yaymıştım”, ne de onu “söndürmüştüm”. Ağacımın adını “Hasret” koymamın nedeni de buydu. Bu memleketin çocuğu olarak derin bir “yurt-hasreti” içinde yaşamamdı. Fakat bu geçmişte var olan, ya da bir gün dönmeyi özlediğim bir yer değildi. Olsa olsa bir gün varmak istediğim bir “yer olmayan yeri”, (Ου Τοπος), bir ütopyayı özlüyordum. Tıpkı Nazım Hikmet’in “Hasret” adlı şiirindeki gibi: “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.” Bu hasretin bendeki adı “Oliki Kipros/Total Kıbrıs” idi. Bölünmemiş ve hepimizi bölünmüşlüklerinden kurtaracak Bütün Kıbrıs… Fakat oraya varmak için “bölünmemin” kaçınılmaz olduğunu zaman içinde anlayacaktım…

Bu haber toplam 1665 defa okunmuştur
Gaile 233. Sayısı

Gaile 233. Sayısı