1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (61)
Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (61)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (61)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (61)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
  [email protected]


1999 yılının sonunda Avrupa Birliği (AB), ülkenin gidişatını değiştirecek önemli bir karara imza attı. Helsinki Zirvesinin sonuç bildirgesinde Kıbrıs Sorununa çözüm bulunmadan da adanın AB üyesi olabileceği karara bağlandı. Bu son derece önemli bir gelişmeydi. 1974 yılından beri sürdürülen müzakerelerin hepsi sonuçsuz kalmış, Kıbrıs Sorunu dünyanın en eski sorunlarından biri olma unvanına kavuşmuştu. Hattı bazı sosyal bilimciler tarafından  “çözülemeyen sorunlar” kategorisine dâhil edilmişti. AB’nin Helsinki kararı ile her şey bir anda değişti ve umut rüzgârları esmeye başladı. 1974 yılında Türk askerlerinin adanın kuzeyini işgal ettiğinden beri çaresizlik içinde kıvranan Kıbrıslı Rumlar bütün umutlarını AB üyeliğine bağlarken, Kıbrıslı Türkler de AB üyesi olma hevesine kapılarak giderek daha yüksek sesle barış taleplerini dillendirmeye başladılar. Bu gelişmeler ayrılıkçı Rejim’in bütün kalelerinin sarsıldığı bir döneme rasgelmişti. Ekonomik iflasın eşiğine sürüklenen Rejim bir dizi sorunla çalkalanıyordu ve çıkış yolu bulamıyordu. Kıbrıslı Türkler zaten 1974’ten beri önemli sorunlarla karşı karşıyaydılar. Her şeyden önce, “negatif halüsinasyon” mağduru idiler. Hiç kimse tarafından görülmüyorlardı. Türkiye’nin kuşatıcı duruşu karşısında varlıkları iyice silikleşirken, kendi “haklılığında” ve acısında boğulan memlekettaşları Kıbrıslı Rumlar da görünür olmalarına müsaade etmiyordu. Kıbrıslı Türklerin siyasi örgütlenmelerini “gayrı-meşru” saymayı o kadar abartmışlardı ki, toplumun varlığını yok sayma noktasına kadar sürüklenmişlerdi. Türkiye ise etnik milliyetçi bir yaklaşımla Kıbrıslı Türkleri kendi “soydaşı” sayıyor, Kıbrıslı Türklere egemenlik icra eden yurttaşlar topluluğu olarak bakmıyordu. Bütün bu nedenlerden ötürü Kıbrıslı Türkler çaresizlik içinde kıvranıyor, oldukça mutsuz bir görüntü çiziyorlardı. Böyle bir ortamda gündeme gelen ülkenin AB üyeliği, kendilerini oldum olası “Avrupalı” olarak tanımlamaktan hoşlanan Kıbrıslı Türkler arasında büyük bir heyecan yarattı. 

Kıbrıslı Türkler AB trenine binerek yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlanırken, ayrılıkçı lider Rauf Denktaş milliyetçi politikalarını en uç noktalara taşıyor ve Kıbrıs’ın siyasi birliğine her zamankinden daha büyük bir şiddetle karşı çıkıyordu. Kalıcı bölünme tehditlerini yoğunlaştıran Denktaş, giderek daha agresif politikalara yöneliyor ve yeniden yeraltına inmekten söz ediyordu. Etrafına topladığı bir grup saplantılı milliyetçi ile Ulusal Halk Hareketi adlı bir örgüt kurarak etrafa gözdağı veriyor, Kıbrıs’ın AB yolunu kesmek için her yola başvuruyordu. Kısacası, toplum bir yana, lider başka bir yana doğru ilerliyordu. Bu gelişmelere paralel olarak, aynı dönemde Rauf Denktaş’ın her zaman şükran duyguları ile bağlı olduğu anavatanı Türkiye de AB yolunda ilerlemeye hazırlanıyordu. AB, Helsinki Zirvesinde Türkiye’yi aday ülke olarak kabul ederek, üyelik müzakerelerine başlayabileceğinin sinyallerini vermişti. Atatürk’ten beri -hatta daha öncesinden- Batı medeniyetine iltihak etmeyi adeta tarihi bir saplantı haline getiren Türkler bir zamanlar at üstünde kapılarına dayandıkları Avrupa’nın şimdi kapılarını zorlamadan içeri girme ihtimalini yakalamışlardı ve bu fırsatı Kıbrıs yüzünden heba etmek istemiyorlardı. Burjuvazisinden işçi sınıfına, ezilen Kürt halkından solcu, demokrat, liberal sivil toplum kesimlerine kadar herkes AB üyesi olmak için sabırsızlanıyordu.

AB’nin Helsinki Zirvesi gerçekten de Türkiye-Kıbrıs denkleminde yeni bir ortamın oluşmasına yol açmıştı. 19 Aralık 1999 tarihinde OPEK’in Lefkoşa’da örgütlediği bir toplantıda bu gelişmeleri şöyle özetliyordum: “Kıbrıs Sorunu Avrupalılaşıyor, Türk-AB İlişkileri de Kıbrıslılaşıyor. Bu da sorunun çözümü için fırsat yaratıyor.”

Rauf Denktaş bu büyük değişimi okuyamıyor ve alışageldiği üzere, Türkiye’yi yine yanında bulacağını düşünüyordu. Gelgelelim Türkiye şimdi başka telden çalıyordu ve AB üyeliği perspektifi yolunda bir engel olarak gördüğü Kıbrıs Sorunundan kurtulmanın hesaplarını yapıyordu. Kısacası, Rauf Denktaş içeride toplumsal tabanını kaybederken, çok güvendiği Türkiye’nin desteğinden de mahrum kalmak üzereydi. Büyük bir yalnızlığa doğru sürüklendiğini fark etmeyen ayrılıkçı lider inadında ısrar ediyor, söylemini her gün biraz daha radikalleştiriyordu. Sadece söylemini değil, edimini de… Ne var ki, radikalleştikçe yalnızlaşıyordu… 2000 yılında muhalif Avrupa gazetesi yazarlarının “casus” ilan edilerek tutuklanmaları Rejim’den bezmiş bulunan Kıbrıslı Türkleri daha da bezdirdi ve Kıbrıslı Türklerin kitleler halinde sokaklara dökülmelerine neden oldu. Özellikle adada Türk ordusuna komutanlık eden General’in hakaretamiz konuşmaları ve kibirli tavırları Kıbrıslı Türklerin haysiyetini rencide ediyor, Rauf Denktaş’ın komutandan yana tavır takınması ise öfkelerini taşırıyordu. Gerçekten de gazetecilerin “casus” ilan edilmeleri Kıbrıslı Türklerin yıllardan beri biriktirdiği öfkenin bir anda taşmasına yol açmıştı. On binlerce insan sokaklara dökülmüş, “Türkiye, Generalini Al ve Git” sloganı eşliğinde bütün güçleriyle haykırıyorlardı. Miting alanına benimle birlikte giden bir AB görevlisine atılan sloganları çevirdiğimde, duyduklarına inanamıyordu. “Burada bir şeyler oluyor, bunlar ilk defa duyuluyor” diyerek şaşkınlığını ifade ediyordu. Evet, gerçekten de “bir şeyler” oluyordu. Kıbrıslı Türkler korku çemberini yırtarak başkaldırmaya hazırlanıyorlardı. 

Komutanın barış yanlısı liderlerden Mustafa Akıncı’ya hakaret etmeye kalkışması ortamı daha da germişti. Akıncı’nın komutana başkaldırması her Kıbrıslı Türk’ü mutlu etmişti. Yıllardan beri aşağılanan toplum şimdi haysiyetine sahip çıkıyor ve bir haysiyet mücadelesi başlatıyordu. Akıncı, bir gazeteye verdiği mülakatta olup bitenleri bir cümlede özetliyordu: “Artık yavru vatan yok!” Bu cümle Kıbrıslı Türklerin duygularını özetlediği kadar, “reşit” olma iradelerini de yansıtıyordu. Her yerden “Bu Memleket Bizim” sloganı yükseliyordu.

O tarihe kadar görülmemiş bir durum hâsıl olmuştu. Bir zamanlar Türkiye adaya müdahale etsin diye miting yapan Kıbrıslı Türkler şimdi Türkiye adadan gitsin diye miting yapıyorlardı. Başka türlü söylersek, Kıbrıslı Türkler 1974’le birlikte “kendi zaferlerinde yenildiklerini” yeni yeni anlıyorlar veya bunu ilk defa bu açıklıkta dile getiriyorlardı. Rauf Denktaş, dipten gelen bu dalgayı ya anlamıyor ya da anlamazlıktan geliyordu. Herkesi “vatan haini” ilan etmeye devam ediyor ve Türk ordusuna “şükran mitingleri” düzenliyordu. Fakat artık ok yaydan çıkmıştı. Kıbrıslı Türkler AB üyesi olmak için giderek daha büyük kalabalıklar halinde Kıbrıs Sorununun çözümünü talep edecek ve “Kıbrıs’ta Barış Engellenemez” sloganıyla Lefkoşa’da o tarihe kadar görülmemiş mitinglere imza atacaklardı.

Bu arada, Türkiye de önemli değişikliklere gebeydi. AB üyeliğine dair umutların güçlendiği bir ortamda ülkede ekonomik kriz ve yolsuzluk nedeniyle merkez sağ partiler çökerken, Bülent Ecevit’in sözde sosyal demokrat partisi, 28 Şubat Süreci ile İslamcı kesimi ezmeye çalışan sivil-asker unsurlarla bütünüyle özdeşleşmişti. Ülkede ekonomik bir kaos ve büyük bir siyasi boşluk yaşanıyordu. Böyle bir ortamda giderek büyüyen geleneksel İslamcı harekette çatlaklar oluştu. Kendilerine “yenilikçi” diyen ve muhafazakâr-demokrat söylemlerle ortaya çıkan bir grup, Siyasi İslam’ın geleneksel lideri Necmettin Erbakan’a başkaldırıyor, hareketin yeniden tanımlanmasını talep ediyordu. Dünya 2000’li yılların başında Türkiye’de uzun yıllar iktidarda kalacak olan yeni bir partinin doğuşuna tanıklık ediyordu. Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2002 yılında girdiği ilk seçimlerden büyük bir zaferle çıkacaktı.

Bu haber toplam 1884 defa okunmuştur
Gaile 261. Sayısı

Gaile 261. Sayısı