Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (62)
Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (62)
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
Kıbrıs Türk toplumunda barış adına umutlu bir ortamın oluşmaya başladığı bir dönemde annemin hastalığı umutsuz bir seyir almıştı. 1999 yılının sonunda başladığı kanser tedavisi iyi gitmiyordu. Güney Kıbrıs’ta tıbbın sunduğu imkânlar daha iyidir diye düşünerek onu yanıma almak için girişimlerde bulunduk. Şükür ki, sağlık bakanlığı koltuğunda hümanist bir insan olan Gülsen Bozkurt oturuyordu ve izin almakta pek güçlük çekmedik. Oysa o güne kadar beni görmek için yaptığı bütün başvurular geri çevrilmişti. Bu yüzden hafta sonları bölünmüş ülkenin insanlarının buluşabildiği tek yer olan İngiliz üsler bölgesindeki Pile köyünde bir araya gelir, orada muhabbet ederdik. (Tabii, gizli polislerin suçlayıcı bakışları arasında ne kadar muhabbet edebiliyorsak!) Akşam olunca iki ayrı arabada iki ayrı yöne doğru hareket edip ayrılırdık. Bu ayrılıklar her zaman hüzünlü olurdu. Hoş, annem zaten tam bir “hüzün ana” sayılırdı. Aşırı hassas biriydi ve kolayca hüzünlenirdi. Kimilerine göre hasretime dayanamadığı için böyleydi. Yurt dışında buluştuğumuz da olmuştu. Bir seferinde İstanbul’da, bir başka sefer de Londra’da bir araya gelmiştik. Her zaman çok az görüştüğümüzden şikâyet ederdi. İşte şimdi baş başaydık. Haftada bir gün onkoloji merkezine gider, sonra da evimde istirahat ederdi. Hafta sonları Kuzeye geçer, kocasının ve diğer çocuklarının yanına giderdi. Yurt dışına çıktığım 1977 yılından beri annemle ilk defa bu kadar uzun süre birlikte olmuştuk. Hastalığına rağmen halinden memnun görünüyordu…
Ben hüzünlü yüzünü gördükçe çektiği acıları düşünürdüm. Güney Kıbrıs’a yerleştiğimi duyunca içine yuvarlandığı düş kırıklığını ve çöken hayallerini… Onu çok yaraladığımı biliyordum. Anneme göre bir disertördüm. Düşman saflara katılmış biriydim. Bunu ona ilk defa söyleyenlerin kötücül bir sevinçle nasıl eğlendiklerini tahmin edebiliyordum. Köylü toplumlarının çocuklar kadar acımasız dünyasında onu buna inandırmak hiç zor olmamıştı. Her sabah birbirlerini kıskanarak uyanan köylüler -erkekler kahvehanelerde, kadınlar kahve toplantılarında- komşularına karşı kullanabilecekleri bir “haber” bulmak veya dedi-kodu uydurmak için bir araya gelirlerdi. Benim “karşı tarafa kaçtığım” çoktan yayılmıştı. Anneme bu tür haberleri anında yetiştirecek komşularının sayısı hiç de az değildi. Büyük bir yakınlık gösterisi içinde olsalar da birbirlerine eziyet etmeyi hiç kimse köylüler kadar beceremez. Her gün yapılan kahve fasıllarının birinde ona “karşı tarafa kaçtığım” sadist bir keyifle anlatılmıştı. Haberi verenlerin onu en çok nasıl üzecekleri konusunda hazırlık yapmaları gerekmiyordu. Bu işte son derece ehildiler. Bu tür durumlarda dudaklarda sinsi bir tebessüm belirir, gözler dışa karşı ferahla parlar ama içleri kapkaranlıktır. Ve araya sokuşturulan bir kaç Rumca kelimeyle öldürücü darbe vurulur: “İne Boci...”*1
Uluslar en çok anneleri kendilerine bağlarlar. Onları “kutsal” görevlerle donatırlar ve çocuklarını hizmetlerine alırlar. Anneler “kutsal varlıklar” olduklarına inanarak kendi hayatlarını çocuklarının ulus nezdindeki başarılarıyla anlamlandırırlar. Çocuklar savaşa gider, asker-polis veya öğretmen, din adamı, memur vs. olurlar. Fakat ne olursa olsunlar, çocukların sadık yurttaşlar olmalarını herkesten çok anneler isterler. Çünkü “kolektif” bir varlık olarak annenin mutluluğu ulusun mutluluğundan geçer. Çocuklar da annelerini mutlu etmek için ulusa hizmet etmeyi görev bilirler. Bu yüzden anneler ulusların gizli, aslında açık- ajanlarıdır.
Ben bir disertördüm. Gerçekten de öyleydim. Onun anladığı anlamda olmasa da bir tür disertördüm işte. Çünkü sınırın iki yakasında yaşayan tek hakikatli, birbirlerini hışımla ötekileştiren etnik gruplara karşı sırtımı dönmüştüm ve bu annemin dünyasında kendi toplumuma sırtımı dönmem demekti. Bu kısmen doğruydu da. “Karşı tarafa kaçtığım” bir gerçekti. Oysa yurtdışına öğrenime gittiğimden beri benimle ilgili hayaller kurup durmuştu. Okuyup adam olacaktım. Sonra memlekete dönecek ve ulusun hizmetinde, komşularının çocuklarından daha yüksek mevkilere çıkacaktım. O gururla benden söz edecek, köylülerini kıskandırmanın tadını çıkaracaktı ve varoluşunun en anlamlı doruklarına erişecekti. Olmadı. Okumuştum, hem de çok okumuştum ama “adam” olamamıştım. Bütün hayallerini yıktığım yetmezmiş gibi, “Gâvurların” içinde yaşamaya kalkarak başına haysiyet sorunu ile can derdi açmıştım (‘Gâvurların bana bir gün bir şey yapacakları’ kafasında sabit bir fikirdi). Onun bütün istek, beklenti ve kaygılarını bir kalemde silip atmıştım ve ütopyamın peşine düşmüştüm. Gâvurların dilini öğrenmiş, kadınlarını sevmiştim. Ona hiç göndermediğim şiirlerde beni yitirmişse Yunan şarkılarında aramasını salık veriyordum: “An me Ehases Mama, Psakse me sto Elliniko Tragudi...”*2
Tedavisine başlamak üzere onu karşılamak için geçit noktasına doğru ilerlerken, uzun zaman önce gördüğüm ama etkisinden hiç kurtulamadığım bir rüyanın kareleri yeniden gözümde canlanmıştı. Ne tuhaf, şimdi onu karşılamak için ilerlemekte olduğum sınır kapısında başlayan bir rüya idi bu…
O günün akşamı annem iki toplumlu bir etkinlik vesilesiyle kaç zamandan beri bulunduğum ama aslında olmamam gereken yere gelecekti. Bütün günümü akşamı nasıl örgütleyeceğimin telaşı içinde geçirdim. Sonra sınır kapısına gittim, annemin elini öptüm ve onu yanıma alarak etkinliğin yapılacağı salona doğru yürümeye başladık. Heyecandan ne yapacağımı bilemiyordum. Salonda sevdiğim kadın, yanı başımda annem… Bu iki kadının arasında kara kedi gibi oturan “tarih” vardı. İkisi de ülkenin tarihsel serüveni içinde yaralanmışlardı. Salon tıklım tıklım doluydu. Herkes merakla etkinliği izliyordu. Ben ise annemle sevdiğim kadın arasında gidip geliyordum. Elim annemin elini tutuyor, yüreğim sevdiğim kadın için çarpıyordu. Etkinlik biter bitmez annem “gel evimize gidelim oğlum” dedi. Beni “eve” götürmek için geldiği her halinden belliydi. İki-toplumlu barış etkinliği ona vız gelirdi. Bu tür şeyleri oldum olası sevmezdi. Barışmış! Ne barışı? Henüz genç ve güzel bir kadın iken beni doğuralı sadece dört yıl geçmişti ki kocasının yaptırdığı pırıl pırıl evi bırakarak göç etmek zorunda kalmıştı. Sefil bir göçmenlik hayatı yaşamıştı. Üstelik “Gâvurlar” kocasını tutuklamışlardı ve tam dört gece sabahlara kadar ağlayarak kocasını götüren “Gâvurlara” beddua etmişti. Şimdi eğer burada ise, bu sadece beni bu lanetli “Gâvurlar diyarından” götürmek içindi.
Fakat onun “evimiz” dediği yer, benim evim değildi ki! Oraya nasıl gidebilirdim? Ben çoktan evsiz barksız biri olmamış mıydım?
Annem elimden, sevdiğim kadın yüreğimden çekiyordu. Paramparça olmuştum. Sonunda anneme karşı beslediğim suçluluk duygusu, ütopyamdan da aşkımdan da daha ağır bastı. Peşinden yürümeye başladım. Sınır kapısına geldiğimizde kısa bir süre için tereddüt geçirdim. “Oraya gidilir mi?” “Ben ne yapıyorum?” Fakat sonunda annemin yüz ifadesine yenik düştüm. O öyle bir yüz ifadesiydi ki, ona baktığım zaman kendimi tepeden tırnağa suçlu hissediyordum. Nietzsche’yi yardıma çağırmam ve yüksek sesle “bu duygu sömürüsü hayat ölsün diyedir” diye bağırmam beş para etmiyordu. Peşinden yürüdüm ve sınırın öteki tarafına geçtim.
Geceydi. Her yer zifiri karanlık içindeydi. Her yerden askeri marşlar yükseliyordu. Karanlık evlerde ışıldayan kutulardan hep aynı ses işitiliyordu. “Dur Yolcu! Bastığın Bu Toprakları Toprak Sanma!’ Durmadan tekrarlanan ve kanı kutsayan seslere askeri marşlar karışıyor, adeta bir nefret karnavalı yaşanıyordu. Ürkek ürkek annemin arkasından yürümeye devam ettim. Bütün gücümü toplayarak, kulaklarımı paralayan seslere, beynimi işgal eden nefret söylemlerine ve burnuma gelen kan kokularına rağmen ilerlemeye çalışıyordum. Fakat birdenbire dehşete kapılmaktan kendimi alamadım. Gördüklerime inanamıyordum. Yolun iki tarafında ölmüş genç insanların cesetleri vardı. O kadar çoktular ki küçük tümsekler oluşturmuşlardı. Korku içinde anneme baktım. O oralı değildi. Dünyanın en güzide yolunda yürüyormuş gibi yürümeye devam ediyordu. Kendimi alamadım ve çığlık çığlığa bağırmaya başladım: “Anne, bu ne?” Annem son derece sakin bir ses tonuyla sanki dünyanın en doğal şeyini söylermiş gibi mırıldanarak “ne var oğlum, bizde böyledir” demez mi?
O anda çılgına döndüm. Süratle geldiğim yere doğru koşmaya başladım. Kıbrıs Rum sınır kapısında genç bir kadın görev yapıyordu. Ona korku içinde barikatı açmasını söyledim. Soğuk bir ses tonuyla “kimlik kartını göster!” dedi. “Ne kimliği hanımefendi, benim hayatım tehlikede” demişsem de hiç bir işe yaramadı. Çaresiz, kimlik aramaya koyuldum. Üstümü başımı yokluyorum… Yok… Sonunda elime kimlik kartına benzeyen bir kâğıt geçti. Hemen gösterdim. Memur, şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Kimlik kartımdan fotoğrafım silinmiş, yüzüm görünmüyordu. Öylece kalıverdim. Peşimde beni ölüler ülkesine hapsetmek isteyen üniformalı adamlar, önümde ise benden “pseudo” olmayan bir kimlik isteyen Cumhuriyet memurları... Telaştan ölebilirdim. Tam o sırada sevdiğim kadın çıka geldi. Beni elimden tutarak bir asansöre attı. Düğmeye bastı ve süratle yedi kat yeraltına inerek kaybolduk. Üniformalı adamlarla Cumhuriyet polisleri öfkeyle göz göze geldiklerinde ben çoktan ortadan kaybolmuş, kendimi aşkın kollarına bırakmıştım...
---------------------------------------------
*1Kıbrıs Rum Ağzında “o taraftadır” anlamına geliyor.
*2 “Beni kaybettiysen anne, Yunan şarkılarında ara.”