1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (63)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (63)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (63)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (63)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
  [email protected]


Annem gerçekten çok acı çekmişti. (Bunu bana her haliyle zaten belli ediyordu) Beni çok özlüyor, mutlaka görmek istiyordu. Ama nasıl? Ülke boydan boya ikiye bölünmüştü ve sınırın bir tarafından öbür tarafına ancak özel izinle geçilebiliyordu. Benim gibi bir “vatan hainini” ziyaret etmesi için de hiç kimse ona izin vermiyordu. Yine de bir yol bulmak için çırpınıp duruyordu. Sonunda aklına parlak bir fikir geldi. İngiliz sömürgecileri adadan ayrılırken kendilerine ayırdıkları egemen üs bölgelerinden birinin sınırları içinde kalan karma Pile köyüne adanın güneyinden giriş serbestti. Kuzeyden ise oraya ancak özel izinle gidilebiliyordu. Annem kardeşimi evlendirmek için Pile’ye görücülüğe gidecekti... Bu uydurma gerekçeyle zor da olsa izin aldı ve Pile köyüne geldi. Fakat orası tam bir ikiyüzlüler mekânıydı. Milliyetçiler, ajanlar, birbirini karşılıklı olarak gözetleyen kurnaz köylüler, hepsi orada cirit atıyordu. Birbirlerinin düğününe, vaftizine, sünnetine gidip gelen, karşılıklı olarak alıp satan, sonra da ‘etnik vicdanlarının’ sesini dinleyerek ‘milli görev’ yapmak üzere birbirlerini jurnalleyen bir sürü insan... Tesadüfen aynı mekânda yaşamak zorunda kalan bu ‘etnik düşmanlar’ her şeyi gözetleyen ‘milliyet zabıtalarına’ kendilerini kanıtlamak için müthiş bir çaba sarf ediyorlardı. ‘Ötekiler’ ile hiç bir ortak noktaları olmadığını göstermek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Örneğin köyün geleneksel mekânlarını kırmızı ve mavi renklerle ikiye ayırmışlardı. Küçücük köye kocaman kiliselerle camiler dikmişlerdi. İçine hiç kimsenin girmediği bu ibadet evleri aslında milliyetçi yarışmacılığın sembolleriydi. Kahvehaneler de öyle... Mavi-beyaz ve kırmızı-beyaz renklerle boyanmış kahvehanelerde yanlış anlaşılmasın diye hiç gülümsemeden oturan ve birbirlerini izleyen köylüler ortalığa ürkütücü bir gizem saçıyorlardı. Nasıl etmişlerse, dip dibe bulunan okullarındaki anlatılarla aralarında uçurumlar kadar derin zihinsel mesafeler açmayı başarmışlardı. Birinin “ak” dediğine öteki “kara” diyordu ve bunda ne kadar ısrar ediyorlarsa o kadar “milli” oluyorlardı. Her gün birbirlerinin yüzünü görmek zorunda kalan bu insanlar ‘ulusa ihanet etmek’ korkusuyla gülümsemekten kaçındıkları için adeta birer ‘agelast’ olup çıkmışlardı.


Gizli servislerin at oynattığı böyle bir yerde annemle buluşmak hiç huzur verici değildi. Tanıdık birinin evinde bir araya gelmiştik ama benim içim rahat etmiyordu. Ev sahipleri de orada olmamızdan pek hoşlanmadıklarını her halleriyle belli ediyorlardı. Annemi yanıma alarak köyün güneyinde bulunan şirin sahil kasabası Larnaka’ya gitmeye karar verdim. Aslında oraya gitmesi için izni yoktu ama huzurlu bir buluşma için de başka seçenek yoktu. Ben Pile’de bulunmaktan hem huzursuz oluyor, hem de korkuyordum. Sonunda oradan ayrılarak Larnaka yakınlarında deniz kenarında bir yere oturduk ve hasret gidermeye çalıştık. Dönüş vakti geldiğinde her buluşma gibi bu buluşmamız da yarım kalmıştı. Her zaman olduğu gibi annemi yine hüzün basmıştı. Onu bekleyen beladan habersiz, sınırın kuzey tarafına geçmek üzere geldiği yoldan geri döndü. Pile köyünü terk edip Kıbrıs Türk barikatına ulaştığında, benimle Larnaka’ya gittiği haberi çoktan polislere ulaşmıştı. Görevli memurlar onu askeri mahkemeye vermekle tehdit ediyorlardı. Aslında polisler iddialarını kanıtlayamazlardı. Bunun için annemin peşine taktıkları istihbarat memurunun ortaya çıkıp açık beyanda bulunması gerekiyordu. Ajan(lar)ın bunu yapması mümkün değildi. Her şeyden önce kendilerinin de ‘sınır ihlali’ yaptığını kabul etmeleri gerekiyordu. Ne var ki, annem bu tür hesaplardan anlayan biri değildi. Bir anda parladı ve ‘oğlumu görüp görmeyeceğimi size mi soracağım’ diye bağırdı. Arabayı kullanan gümrük memuru akrabamız o anda gaza asıldı ve oradan ayrıldılar. Ertesi gün onu askeri mahkemeye sevk etmek üzere köye polisler geldi. Önce Lefkoşa’daki asla şubeye, oradan da siyasi şubeye gönderildi. Oradan da gerisin geriye sınır kapısına gidip ifade vermesi isteniyordu. Siyasi şubede tuvalete gitmesine bile izin vermemişlerdi. Annemin refakatçisi gümrük memuru akrabamız sınır boylarında kimin nereden nasıl kaçakçılık yaptığını, hangi polislerin hangi kaçakçılarla birlikte çalıştığını gayet iyi biliyordu. Bir kaç kişiye telefonla ulaştıktan sonra sonra kovuşturma ip gibi kesildi. Annem bu olaydan çok yaralanmıştı. Tehditler altında yaşadığı korku dolu anları bana hiç bir zaman anlatmadı. Ayrıntıları uzun yıllar sonra kendisine refakat eden gümrük memuru  akrabamızdan öğrenecektim.


Peşime taktığı hayatı onu çetin bir hayata zorluyor, hayatım hayatına karışıyordu. Tedavi için Kıbrıs’ın güneyine geldiğinde hayatlarımız yeniden birbirine karışmıştı. Önceleri ürkek ürkek geldiği Güney Kıbrıs’ta zaman geçtikçe çoktan unuttuğu ‘yurt duygusunu’ yeniden keşfetmeye başladı. Tanıştığı Kıbrıslı Rumların kafasında gezdirdiği ‘gavur imgesine’ benzemediğini anladıkça rahatlıyor, çok iyi bildiği ve annesiyle konuştuğu tek dil olan ama nedense Kıbrıslı Rumlarla konuşmaktan imtina ettiği ‘Rumca’ dilini giderek adeta döktürüyordu. Hastanede gördüğü iyi muameleyi anlata anlata bitiremiyor, doktorlarla hasta bakıcıların ne kadar iyi kalpli ve kibar olduklarını hayranlıkla dillendiriyordu. Ledra Palace barikatını  geçerken karşılaştığı siyahlara bürünmüş kayıp yakını kadınlara önceleri dudak bükerken -‘bize az mı yaptılar...’ diyerek homurdanıyor, intikamcı bir yerden konuşmasa da onlara karşı kayıtsız kalıyordu- bir müddet sonra içindeki merhamet duygusunu bastırdığı yerden çıkarıp ‘onlar da anne, çocuklarını kaybetmişler, kolay mı’ diyordu. Yavaş yavaş diğerkamlık duyguları kabarmıştı ve sanki başka bir hafızayla konuşuyordu. Bir gün, ben sözünü etmekten kaçındığım halde, 1964 yılında terk etmek zorunda kaldığı köyünü, evlendiği evini görmek istediğini söyledi. Bu onunu için gerçekten büyük bir adımdı. 1964 yılının Şubat ayında kız kardeşim kucağına alıp beni elimden çekiştirerek terk ettiği köyünü tam 35 yıl görmemişti. Sefil bir mülteci hayatı yaşadıktan sonra, 1974 yılında Kıbrıslı Rumlardan boşalan evlerden birine yerleşmişti. Tek şikayeti evin fazla büyük ve soğuk olmasıydı. Sık sık ‘bu ev değil, barhanadır’ diyordu. Diğer Kıbrıslı Türkler gibi o da halinden memnun görünüyordu. Doğduğu yeri özlemle andığını hiç duymamıştım... Biraz geçmişin kötü anılarından, biraz da Rejimin nostaljiden hoşlanmadığını biliyor olmasından olsa gerek, doğup büyüdüğü, çocukluğunu ve gençlik yıllarının en güzel çağını yaşadığı köyünden pek nadir söz ederdi. Şimdi ne olduysa, ısrarla köyünü görmek istiyordu. Onu kıramadığım bir yana, bu teklifi büyük bir sevinçle karşılamıştım. Dönüp geçmişine bakacak ve Rejimin Kuzey Kıbrıs’ta uyguladığı ‘Nostalji Yasağını’ delecekti. Kısa ve sessiz bir yolculuktan sonra Bodamya’ya vardık. Önce ‘evimizin’ önünde durduk. Ona ‘evimizde’ yaşayan Kıbrıslı Rumların bizim gibi mülteci olduğunu önceden söylemiştim. ‘Evimizin yeni sahipleri’ bizi oldukça kibar karşıladı. Kadın konuştukça sanki annem konuşuyordu. Utangaç ve biraz mahcup bir edayla 1974 savaşında göç edip bu eve taşınmak zorunda kaldıklarını anlatıyordu. İnşallah -İsa’nın Yardımıyla- bir gün herkes evine döner diyordu. Annem de inanılmaz bir anlayışla karşılık veriyor, kendisinin de göçmen olduğunu ve göçmenlik halinden anladığını söylüyordu. Ve ikisi bir ağızdan ‘Allah’tan/İsa’dan bulsun sebep olanlar’ diyorlardı. ‘Evimizde’ çok kalmadık. Annem bir an önce çok sevdiği komşusunu görmek istiyordu. İlginçtir, komşusunu evinden daha fazla özlemiş bir hali vardı. İçinde yaşanılmayan bir ev insanın evi olmaktan çıkar ama insanın dostluk kurduğu, içinde yer eden komşusu her zaman içinde yaşar. Buluşmaları muhteşemdi. Otuz beş yıllık mesafe bir kalemde silindi. Sanki dünmüş gibi otuz beş yıl önce bıraktıkları yerden konuşmaya devam ediyorlardı. Annem ile komşusunun beraberliği oldukça uzun sayılırdı. Köyün aynı mahallesinde doğmuşlardı. Sonra evlenip aynı mahalleye taşınmışlardı. Birbirlerinin düğünlerini hatırlıyorlardı. Sohbet koyulaştıkça koyulaşıyordu. Kocalarının hal-hatırını soruyor, birbirlerine çocuklarını anlatıyorlardı. Sohbet esnasında geçen bir kaç cümle beni oldukça şaşırtmıştı. Meğer annem ile komşusu kaç yıldan beri birbirlerine hediye gönderiyorlardı ve bundan hiçbirimizin haberi yoktu. ‘Kahveler için teşekkür ediyorum’, ‘çoraplar için çok teşekkürler’ gibi laflardan iki kadının hiçbir zaman birbirlerinde kopmadıkları anlaşılıyordu. Fakat ilginç bir şekilde annem bize bundan hiç söz etmemişti. Köyden döndüğümüzde annem oldukça bitkin görünüyordu. Yorulmuştu. Gözlerindeki hüzün çalınmış hayatların hesabını sorar gibiydi. ‘Allah’tan bulsun sebep olanlar’ diyerek yatağına uzandı ve derin bir uykuya daldı.


Çok geçmeden bu sefer başka bir ‘hafıza yolculuğu’ yapmamızı istedi. Babasının uzun yıllar sevgilisi olan İrinia’nın lokantasına giderek İrinia’nın babasıyla yaşadığı aşktan doğan kızını görmek istiyordu. (İrinia’nın öldüğünü ona seneler önce söylemiştim.) ‘Olur’ dedim, ‘yalnız bir şartım var. İrinia’nın kızını gördüğümüzde ona kız kardeş olduğunuzu söylemeyeceksin. O bunun konuşulmasından pek hoşlanmaz’ dedim. Lokantaya gittik ve bahçede bir masaya oturduk. Biraz sonra Niki çıkageldi. Beni iki yanağımdan öptü ve siparişimizi almak istedi. ‘Niki’ dedim, ‘annem’... İki kadın hayretle ve şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Niki erken toparlanıp ‘annen ha, demek köylüyüz’ dedi. Annem de duruma ayak uydurarak ‘evet, köylüyüz’ diyerek karşılık verdi. Niki yanımızdan ayrılıp diğer masalarla ilgilenmeye gidince, annem ‘aynı bubam’ diye tutturdu. Sonra, babası ile İrinia’nın aşk hikayesini anlatmaya başladı. Niki yanımıza uğradığında konuyu değiştiriyor, havadan sudan konuşuyorlardı. Gecenin sonunda iki kız kardeş ‘iki köylü’ olarak vedalaştılar. Ne biri, ne de öteki ‘kız kardeşim’ diyemedi. Milliyetçiliğin ‘pür soy’ söyleminin baskın olduğu muhafazakar Kıbrıs toplumlarında bu türden içtenlik gösterilerine yer yoktu...


Niki, dedemin kızı olduğunu kabul edip dayılarımla temas kurduğunda annem çoktan ölmüştü. 2003 yılında geçit noktalarının açılmasından sonra Girne’ye akın eden Kıbrıslı Rum kumarcılar arasında Niki de vardı. Bir seferinde Girne’de kumarda çok para kaybedip zor duruma düşmüştü ve aklına dayılarımı aramak gelmişti. Artık ‘aile’ olduklarını birbirlerinden saklamıyorlardı. Ne var ki, bu geç gelen buluşmanın muhabbeti uzun sürmedi. Niki kısa bir süre sonra kanserden öldü.

Bu haber toplam 1461 defa okunmuştur
Gaile 264. Sayısı

Gaile 264. Sayısı