Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (64)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (64)
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
Doktorlar beni onkoloji merkezine çağırıp annemin tedavisinin sonuna geldiklerini söylediklerinde güzel bir ilkbahar günüydü. Fakat annem için ‘sonbahar’ gelmişti. Annemin tedaviye cevap vermediğini, kısa bir ara verilince daha da kötüleştiğini, bu durumda yapılacak fazla bir şeyin kalmadığını, acılarını dindirmek için ona bazı ilaçlar verebileceklerini etraflıca ve uzun uzun anlattılar. Samimiyetimize güvenerek annemin ne kadar ömrünün kaldığını sordum. Bütün doktorlar gibi onlar da somut bir şey söyleyemeyeceklerini ifade ettiler. Ben yine de ısrar ediyordum. Yaklaşık olsa da mutlaka bir fikirleri olduğunu biliyordum ve bunu öğrenmek için ısrar ediyordum. Israrımı anlamsız bulduklarını fark edince onlara açıklayıcı bilgiler vermeye karar verdim. Kuzey Kıbrıs’a geçmek için bana izin verilmediğini, şimdi yanı başımda olan annemi Kuzey’e gittikten sonra ziyaret etmek veya cenaze törenine katılmak için her zaman yaptığım gibi Lefkoşa-Atina-İstanbul-Ercan hattında uçmak zorunda olduğumu anlattım. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyorlardı. Doktorlar adanın kuzeyine geçmenin yalnızca Kıbrıslı Rumlara yasak olduğunu düşünüyorlardı. Onlara ‘öteki’ etnik gruba düşmanca davrananların öncelikle kendi etnik grupları içinde ‘öteki’ icat ettiklerini elbette söylemedim. Fakat söyleyebildiklerimi sempati ve empatiyle karşıladılar. Buna rağmen ‘Tanrı ile yer değiştirmek istemediklerini’, hastaların ömrü konusunda ‘bütün yetkilerin Azrail’de olduğunu’, doktorların bu konuda bir şey söyleyemeyeceklerini sakin sakin ve kibarca tekrarladılar.
Yaz öncesiydi ama Kıbrıs’ın kısa süren ilkbaharı yazı aratmayan yakıcı sıcaklara çoktan teslim olmuştu. Anneme artık evine dönebileceğini, hastanede yapılan tedavinin bittiğini, bundan sonra ilaçla tedaviye devam edeceğini, bu yüzden buralarda kalmasına gerek kalmadığını anlatarak Kuzey Kıbrıs’a babamın ve kardeşlerimin yanına gitmesini önerdim. Tek cümle ile karşılık verdi: ‘Ölmek istemem be Niyaz’. Annem ayrılırken gözyaşlarımı bir an için dondurdum ve gözden kaybolmasını bekledim. Ölmeye gidiyordu ve bunu benim kadar o da biliyordu. Üniversite kapanır kapanmaz ‘belalı üçgende’ her yıl yaptığım yolculuğu tekrarlayarak yine havalandım ve uzun saatler uçtuktan sonra Lefkoşa’yı ikiye bölen barikatların kuzey yakasına kondum. O yazın annemle birlikte olacağım son yaz olduğunu tahmin ettiğim için bütün yaz tatilimi yanında geçirmek istiyordum. Öyle de oldu ve Eylül ayının başına kadar yanında kaldım. Annemin sağlık durumu her geçen gün biraz daha kötü oluyordu. Ağrılarını dindirmek için aldığı morfinin dozu giderek artıyordu. Bir süre sonra kendisi olmaktan çıkmıştı. Acıdan başka hiç bir şey hissetmiyordu. Kendine ve etrafına iyice yabancılaşmıştı. Hafızası sık sık gidip geliyordu. Bir zamanlar yatağı dolduran bedeni iyice ufalmış, çarşafın altında adeta kaybolmuştu. Onu böyle görmeye dayanamıyordum. Bir an önce kurtulmasını istiyordum.
Tatilimin sonuna geldiğimde annemin çilesi hala bitmemişti. Ayrılmak zorunda olduğumda sayılı günlerinin kaldığını biliyordum. Fakat daha fazla bekleyemezdim. Hem ömür konusunda Azrail’den başka kim fikir sahibi olabilirdi ki! Yine de naçizane bir dünyalı olarak bir kaç hafta sonra yeniden Kuzey Kıbrıs’a gelmek zorunda olacağımdan emindim. Kara kara ne yapacağımı düşünüyordum. Her zaman yaptığım gibi on dakikalık yürüyüş mesafesini Atina-İstanbul üzerinden uçarak kat etmek istemiyordum. Aklıma o dönemde hükümet ortağı olan barışsever siyasetçi Mustafa Akıncı’yı ziyaret etmek geldi. Akıncı yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve Başbakan ve diğer yetkililerle görüştükten sonra bana iyi haberler ulaştırdı. Annem ölünce, iznim hazır olacaktı ve ben geçit noktasından adanın Kuzeyine geçebilecektim. Yıllarca bana geçiş yasağı uygulayan Rejimin ‘kutsal varlık’ olarak gördüğü annenin ölümü karşısında yüreği yumuşamıştı. Ölüm böyle bir şeydir işte. Onun karşısında en katı yürekliler bile müşfik kimseler oluverir... Sağlığında onu bir kez olsun ziyaret etmeme izin vermeyen otoriteler egemenliklerinin sembolü olarak gördükleri ‘sınır kapısını’ annemim ölmesi koşuluyla bana açacaklardı. Biraz Akıncı’nın çabası, biraz da ölüleri canlılardan daha çok seven otoriter rejimin ‘vicdani zaafı’ sayesinde hayatımda ilk defa -annemin ölmesi şartına bağlı olarak- Kuzey’e yürüyerek geçebilecektim.
Tahmin ettiğim gibi oldu. Annem Eylül ayı çıkmadan hayata gözlerini yumdu. Kuzeye geçmek için Ledra Palace barikatına doğru yürürken iç muhasebemi yapıyordum. Onu çok üzdüğüm doğruydu ama birlikte iyi vakit geçirdiğimiz de olmuştu. Mesela İstanbul’u birlikte gezmiştik. Londra’ya da gelmiş, yanımda kalmıştı. En büyük derdi ‘ilerlemiş yaşıma’ rağmen -30’lu yaşlar Kıbrıs toplumunda neredeyse yaşlanmak anlamına geliyordu- evlenmememdi. Londra’da tanıştığı kız arkadaşıma hiç düşünmeden parmağındaki antika yüzüğü çıkarıp hediye etmesi bundandı. Üstelik bir Kıbrıslı Rum kadına... Annem hiç evlenmeyeceğimden o kadar korkuyordu ki, onun için artık kiminle evleneceğim hiç önemli değildi. Aslında ben yüksek öğrenim için yurt dışına gittiğim günden beri beni evlendirmek istiyordu. Onu ziyaret etmek için Kıbrıs’a geldiğim yaz tatillerinde her zaman bazı ‘kızların’ adı konuşulurdu. Sürekli olarak bu konuyla ilgilenir, gözüne kestirdiği ‘kızların’ evlerine ziyarete giderdi. Kafasına uygun olanları bana önerirdi ama her zaman düş kırıklığı yaşardı. Almanya’da geçirdiğim yıllar, özellikle de 1968’zin mirası üzerine kurulan bir üniversitede okumam, aile kurumu ve evliliğe karşı bakış açımı iyice değiştirmişti. Bununu anneme anlatmam mümkün değildi. Yine de ölümünden kısa bir süre önce yüreğini yakan bu sorunu da halletmiştim. Kıbrıs üniversitesinde tanıştığım ‘güzel kızla’ evlenmiştim. Sylavaine’i çok sevmişti. (Aslında kiminle evlensem aynı şeyi yapacaktı) Fransa’ya düğünümüze büyük bir sevinçle gelmişti. Düğünden hemen sonra da -muradına ermişçesine- onu ölüme götüren hastalığı nüksetmişti. Görüleceği gibi, iç muhasebem fena sayılmazdı. Neredeyse bütün kalemler ‘artılarla’ doluydu...
Ledra Palace otelini geride bırakarak bayraklarla süslü geçit noktasına geldiğimde kendimden emin bir edayla polislere izin kağıdımın ellerinde olması gerektiğini söyledim. Asık suratlarının mimikleri hiç değişmeden kağıtlarını karıştıran memurlar ‘evet, altı saat iznin var’ dediler. Altı saat mı? Bana iki gün söylendiğini, annemin cenazesine geldiğimi, cenazeden sonra babamın ve kardeşlerimin yanında kalmam gerektiğini uzun uzun anlattımsa da, hiç bir işe yaramadı. Üniformalıların her zaman söyledikleri o malum sözler tekrar edildi: ‘emir böyle...’ Öfkem bir anda hüznümü bastırdı. Öfkeli insanlar genellikle hüzün duyamazlar ama hüzünlü insanların öfkesi yaman olur galiba. Kapıda, çocukluğumuz ve ilk gençliğimizi beraber geçirdiğimiz, 1964 yılında henüz daha çocukken savaşı ve göçü birlikte yaşadığımız, göçmenlik hayatının bütün sefaletini birlikte paylaştığımız çok sevdiğim iki akrabam beni bekliyordu. Beni karşılamaya özellikle onlar gelmişti. Arabada Lefkoşa hastanesine (morga) doğru yol alırken duyduğum öfke bütün benliğimi kuşatmıştı. Hastaneye vardığımızda bütün kontrol mekanizmalarımı devre dışı bırakacak kötü bir sürpriz daha beni bekliyordu. Sivil polisler oradaydı. Beni izlemeye gelmişlerdi. Kontrolsüz bir öfkeyle akrabalarıma ‘arabaya binin gidiyoruz’ dedim. ‘Nereye’ diye sormalarına fırsat vermeden ‘Denktaş’ın sarayına gidiyoruz’ dedim. Direksiyonun başında oturan akrabam arabayı söylediğim istikamete doğru sürmeye başlar başlamaz arkamızdan gelen Renault marka kırmızı arabanın bizi takip ettiğini fark ettik. Öfkeyle arabadan atladım ve şaşkınlık içinde beni izleyen ve aniden fren yapan sivil polislerin yanına gittim. ‘Beni takip etmeniz kolay olsun diye haber veriyorum, Denktaş’ın sarayına gidiyoruz’ dedim. Sonunda Denktaş’ın sarayına vardık. Kapıdaki görevlilere kim olduğumu, Güney Kıbrıs’tan (yoksa Kıbrıs’ın güneyinden mi veya Rum tarafından mı demiştim) geldiğimi ve mutlaka Denktaş’ı görmem gerektiğini söyledim. Görevlilerin şaşkınlığından alışılmadık bir durum ve alışılmadık bir ziyaretçi ile karşı karşıya oldukları anlaşılıyordu. Hemen telefon trafiği başladı. Saraydan kapıdakilere ziyaretimin amacı sorulmuş olmalı ki, görevliler ne istediğimi, niçin geldiğimi öğrenmek istiyordu. ‘Annemin cenaze töreni için izin, daha doğrusu olmayan izin meselesini konuşmak istiyorum’ dedim. Yeniden beklemeye başladım. Yeniden telefon trafiği... Sonunda karar çıktı. Denktaş beni görmeyi reddetmişti ve müsteşarı Ergün Olgun ile görüşmemi öneriyordu. Bir zamanlar Conflict Resolution’a merak salan ve Kıbrıslı Rumlarla bir kaç kez bir araya gelen Ergün Olgun’u tanıyordum. Yanımda akrabalarım olduğu halde odasına gittim ve derdimi anlattım. Cenaze töreni için başbakan yardımcısı Mustafa Akıncı’nın iki günlüğüne izin çıkardığını, şimdi ise polislerin sadece 6 saatten söz ettiklerini, bu yapılanın ne imana, ne töreye, ne de yurttaşlık haklarına sığmadığını söyledikten sonra, kelimelerin üstüne basa basa ‘6 saat sonra ayrılmayacağımı, basın konferansı düzenleyeceğimi, gerekirse hapse gireceğimi’ vurguladım. Ergün Olgun kararlı olduğumu fark etmişti. Ayrıca, yapılanları kendisinin de tasvip etmediği anlamına gelen sözler söyleyerek, elinden geleni yapacağını ifade etti. Odasından ayrılırken bana haber verebilmek için cep telefonum olup olmadığını sordu. Benim cep telefonum yoktu ama yanımdaki akrabalarımın ikisinin de vardı. Telefon numarasını kaydederken, ‘senin dosyan da fazla kabarık be kardeşim’ diyerek mırıldanıyordu...
Arkamızda beni takip eden kırmızı Renault önde biz hastaneye geri döndük. Oradan camiye, sonra da mezarlığa... Kırmızı Renault neredeyse annemin mezarının başına kadar gelmişti. İğrenç bir tabloydu. Beni takip etme hırsı ve hıncıyla bütün manevi değerleri çiğniyorlardı. Mezarlıktan ayrılmak üzereyken Ergün Olgun telefon etti. Rauf Denktaş’ın benim için askerden ricacı olduğunu ve iznimin 24 saat olarak değiştirildiğini söylüyordu ve bana yapılan ‘iyiliğin kıymetini bilmemi’ istiyordu...
Geceyi babam kardeşlerim ve akrabalarımla köyde geçirdim. Fransız olduğu için istediği anda adanın kuzeyine geçebilen Sylvaine de benimle birlikteydi. (o da her geçtiğinde takip ediliyordu ya...) Sabah 6 sularında kapı çaldı. İki sivil polis, iznimin bittiğini ve geri dönemem gerektiğini söylemek için kapıya dayanmışlardı. Hiddetle bağırmaya başladım. 24 saatlik iznimin gece yarısı biteceğini ve gece yarısından bir saniye önce barikattan Güneye geçmeyeceğimi haykırıyordum. ‘Anlıyoruz abi, ne yapalım, bizi de gönderdiler’ diyerek ayrıldılar. Gece olunca köyden Lefkoşa’ya gidip Alpay Durduran’ı ziyaret ettim. Gece yarısı tam 12.00’de Durduran beni Ledra Palace barikatından yasaklı bölge olan Kıbrıs’ın güneyine uğurladı. Bir yanıyla son derece ilkel ve naif, diğer yanıyla faşizan bir otoriterlik anlayışı ile buram buram militarizm kokan Rejimin iç yüzüyle tanıştığımda, insanlık ikinci milenyuma girmeye hazırlanıyordu...