Biz birlikte daha güçlüyüz
Kan bağı, din, dil, ırk, sınıf gözetmeksizin birbirimize “Kız kardeşim!” diyebilmek, birbirimize kenetlenerek güçlü bir duruş sergileyebilme cesaretini göstermek, bazen bir kadının hayatı değerindedir!
Kardelen Sönmez
Her insanın çocukluğu ile ilgili, “dönüm noktası” olarak nitelendirdiği anıları vardır. Bazı insanlar bu anıları hatırlamaktan mutlu olurken, bazıları ise unutmayı seçer. Ben çocukluğumun her saniyesini hatırlayabilmek için böbreğimi bile satmaya razıyım diyebilirim. Neden mi? Çünkü çocukluğum, bu güçlü ve değerli kadınların arasında, harika anılarla dolu dolu geçti. Beni büyüten bu kadınlar, ileriki yaşlarımda algılayabileceğim en anlamlı hayat derslerini bana öğretenlerdir. Kızkardeş olmayı, birlikte mücadeleyi bırakmamayı, çocuk yaşımda onlardan öğrendim ben. Onlarla geçirdiğim her gün, her saat ve her dakika ömrümün en değerli anlarıydı.
Annem, beni ablamdan 11 sene sonra doğurdu. Hem yeni doğan bir bebeğin, hem de ortaokul çağında olan küçük bir çocuğun ihtiyaçların karşılayabilmek için babam ve annem ciddi bir emek vererek uğraşıyorlardı. Bana bakma görevi, ilkyardım gibi uzanan yardım eline, anneannem Siddiga Hanıma kalmıştı. Siddiga Hanım demek, ablası Kadriye Hanım ve yarım asırlık komşuları Melek Hanım demekti. Herkesin bir anneannesi varken, benim üç tane vardı. Çocukluğumun büyük bir kısmı boyunca anneannemle birlikte aynı yatakta uyudum. Her sabah beni uyandırmamaya özen göstererek yataktan kalkıp usulca odadan çıkmaya çalışsa da, ben en ufak bir çıt sesinden uyanırdım. Anneannem büyük teyzemin evine sabah kahvesi içmeye giderken de uykulu gözlerle de olsa onun peşine takılırdım. Her sabah aksatmadan rutinimiz haline gelen bir şey olmuştu bu. Evden daha kimsecikler uyanmadan, tam seher vakti çıkardık. Kadriye teyzemin bir sokak ötedeki evine yürürken sokakta, anneannemin göğsüne özenle iğnelediği ev anahtarlarının şıngırtısı ve kumruların ötüşleri dışında tek bir ses dahi çıkmazdı. Uykumdan taviz vererek anneannemin peşine düşmemdeki amacım, bu üçlünün sabah kahvesi içerken yaptığı sohbetleri kaçırmamak , bütün Samanbahçe’de çınlayan içten kahkahalarına ve şakalarına tam anlayamasam da dahil olmaktı. Gerçek dostluk, dayanışma ve sevginin sardığı, miş gibi kahve kokan bu sabah sohbetlerinde her bir kadını ayrı ayrı gözlemleyerek, nasıl insanlar olduklarını hemen anlayabilirdiniz. Melek Hanım genelde müstehcen hikayeler anlatıp etrafı kahkahalara boğan iken, Siddiga Hanım, kahveleri pişiren ve müstehcen hikayeleri duymamam için kulaklarımı tıkayan geleneksel anneanne modelini heryerde sürdüren olurdu. Kadriye hanım ise, kaynar kahvesini kafaya dikerek bir yudumda içerken, zevkle diğer ikilinin didişmesini izleyenleriydi. Siddiga ve Kadriye’nin 50 senelik komşuları olan Melek ile kurdukları bağa şahit olmak bana aslında bir kadının diğerine “kız kardeşim” diyebilmesi için kan bağları olması gerekmediğini öğreten ilk ders olmuştur. Yakın dostlukları ile Samanbahçe’de nam salan bu üçlüyü tanıyan herkes onları “Altın Kızlar” olarak bilirdi. Bu üçlüden hala yaşayan tek kişi Melek Hanımdır. Anneannem ve teyzemin bana yadigarı olan Meleğim.
Onu ziyarete gittiğim bir gün, yarım asırlık dostluklarını kaleme almak istediğimi dile getirdiğimde, çok duygulandı. “Ah anam, öyle güzel, öyle mutlu günlerimiz geçti onlarla. Çok memnunum,çok..” diye sözüne başladığında yüzüne yayılan sevgi dolu sıcacık gülümseme, milyonlarca kelimenin anlatamaya yetmeyeceği bir duygusallığı taşıyordu. Ailesindeki tek kız çocuğu olmakla birlikte, üvey annesinin kötü muamelesine maruz kalan Melek Hanım, hiç bir zaman etrafındaki diğer kadınlarla gerçek anlamda bir bağ kuramamıştı. Doğma büyüme Leymosunlu olan Melek , çok erken yaşta evlenip arka arkaya çocuklarını doğurduktan sonra kocası Hasan ile birlikte çoluk çocuk toplanıp ekonomik sıkıntılarına çare bulma ümidindeki birçokları gibi Lefkoşa’ya göç etmişlerdi. Samanbahçe’de yıllarca birbirini çekememezlik ve kıskançlıktan dolayı kavga eden komşularının mahalle savaşında taraf tutmadığı için dışlanan Melek hanım, tam da bu huzursuz ortamdan bunaldığı bir zamanda, 1956 yılı sonlarında iyi iletişim kurabileceği komşularına kavuşmuş oldu. Masmavi gözlü, sivri dili ve sert mizaçlı terzi Kadriye Hanım ailesi ile birlikte tam karşısındaki eve taşınmıştı. Kadriye hanımın bir sokak ötesinde ise güler yüzlü, yardımsever kız kardeşi Siddiga Hanım oturuyordu. Kadriye Hanım işinde usta olduğu için, Ada’nın dört bir yanındaki döşemecilerden ona sürekli koltuk örtüleri ve perdeler dikmesi için sipariş gelirdi. Ekonomik olarak civardaki diğer kadınlardan daha avantajlı bir durumda olması sayesinde yeri geldiğinde “banka” görevi gören Kadriye Hanım, gözünü kırpmadan ihtiyacı olan komşularına finansal destekte bulunmaya her zaman hazırdı. Bir kadının güçlü durabilmesinde önemli bir kaynak olan ekonomik gelir, çoğunlukla ev içine kapanmış bir hayat yaşayan o dönemin kadınlarının her zaman ulaşamayacağı önemli bir kaynaktı. Evde üretebildikleri, dikip satabildikleri kadarıyla kendilerine erkekler dünyasında biraz da olsa nefes alma alanı yaratıyorlardı. Bunu bazen tek başlarına yapsalar da, çoğu zaman kolektif bir üretme ve pazarlama yöntemi ile şimdiki şirketlerin çekirdek versiyonunu ev içinde de olsa kurmuş durumdaydılar.
Melek Hanım o günleri sorduğumda, üçü arasındaki bağı tarif etmeye başlarken ağız kenarları muzip bir gülümseme ile kıvrılarak “Biz hayat yoldaşıydık, yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi. Birbirimize destek olmayacağımız konu yoktu. Onlar benim hayatımı bile kurtardı anam. Bir gün ansızın çok hasta oldum. Karnıma durmadan sancılar girmeye başladı. Hasan dayın beni hastaneye götürdüğünde , doktor bu kadın ölecek demiş. O da beni bari ölürsem yabancı yerde ölmeyim, evimde öleyim diye beni mahalleye geri getirmiş. Günlerce yattım, anneannen beni kaldırmadan altımdan yatak nevresimi değiştirir, beni temizlerdi Yemeğimi yapar kendi elleriyle bana yedirirdi. Kadriye evimi temizler, çocuklarıma bakardı. Ama en önemlisi bana bir gocagarı ilacı hazırlayıp, (mezdeki ve zeytin yağı karışımı) her gün onu bana içirdiler. Doktor da gocam da ölmemi beklerken, benden ümidi kesmediler ve beni dirilttiler. Tek isteğim öldükten sonra öbür tarafta gene onlarla buluşmaktır.” Derken giden iki kızkardeşi için gözünden iki damla yaş süzüldü. O an elini avuçlarımın içinde tutarken sadece ona değil, yıllar önce bu dünyadan göç eden anneannem ve Kadriye Teyzeme de dokunduğumu hissettim.
Birbirlerinin neşesini, hüznünü, korkusunu, öfkesini, özlemini ve çilesini son nefeslerini verene kadar birlikte yaşayan bu kadınlar; kadın dayanışmasının nesilden nesile değişmeden var olduğunun en büyük kanıtıdır. Kan bağı, din, dil, ırk, sınıf gözetmeksizin birbirimize “Kız kardeşim!” diyebilmek, birbirimize kenetlenerek güçlü bir duruş sergileyebilme cesaretini göstermek, bazen bir kadının hayatı değerindedir!
Unutmamalıyız ki kadın dayanışması tek kişilik bir sahnede değildir. Herkesin gölgesini bile düşman görmeye başladığı bu çekememezliklerle dolu yırtıcı düzende, kimseye güvenmeyen, izole insanlar olmak yerine duyarlı birer Siddiga olalım.
Kendimizi yüceltmek için başka kadınları alçaltan sözler söyleyeceğimize, sorgusuz sualsiz destek kaynağı olan birer Kadriye olalım.
Bütün çıkış yolları kapatılmış gibi hisseden kardeşlerimizin önünü açabilecek güçte birer “Melek” olalım.
Kendimiz olmaya devam ederken, onları da kendimize katalım. Birbirinin varlığından güçlenen elini diğer ellere uzatarak kenetlenen sağlam zincirler yaratalım. Biz, birlikteyken daha güçlüyüz.