“Biz” Kim, “Yurt” Ne?
Dünyanın neresinde olursak olalım, “biz” dediğimizde neyi ve kimleri kast ediyoruz. “Yurdumuz” dediğimizde bundan ne anlıyoruz? Tarihsel olarak “biz grupları” nasıl şekillendi? Ulusların dünyasında “ulusal bizler” nasıl kurgulandı. “Biz’in” sınırları genişletilebilir mi? Benzer biçimde, tarihsel olarak “yurt” kavramı ne zaman ortaya çıktı? Ne zaman birbirlerinin yüzünü görmeyen insanlar ortak bir yurtta yaşadıklarını tahayyül etmeye başladılar? Yurdumuza “biz” dediklerimizin dışında kalan insanlar sığıyor mu? Sığmıyorsa, yurt anlayışımızın sınırları nasıl genişletilebilir?
Ülkemiz Kıbrıs’ta tarihsel olarak farklı “milli bizler” nasıl oluştu? Ortak bir yurt anlayışı neden oluşmadı? Bugün “çoğulcu biz” ve ortak bir “yurt duygusunun” ortaya çıkmasının koşulları var mıdır? Eğer yoksa, ortak bir yurt ve çoğulcu bir “biz” anlayışı yaratmanın imkanları nelerdir? Bunun için ne yapılmalıdır?
Gerçek şudur ki, insan toplulukları tarihin farklı aşamalarında farklı “biz” kavramlarının sınırları içine hapsedilmişlerdir. Yerine ve zamanına göre, varlıkları ve ufukları geniş aile, kabile veya ulus ile sınırlandırıldı.
Günümüzde de diğerkamlık veya eksikliği, ötekinin acısına karşı duyarlılık veya duyarsızlık farklı “biz” ve “yurt” anlayışlarının oluşmasına ve gelişmesine yol açıyor. Kuşkusuz, bu anlayışların, yani “yurt” ve “biz” kavramlarının algılanma biçimleri ne aynı değerdedir, ne de aynı işleve sahiptir. Örneğin demokratik çoğulcu “biz” ve “yurt” anlayışı ile özcü-kimliksel “biz” ve yurt” anlayışı birbirlerinden oldukça farklıdır ve bu farklılık kendisini demokrasi, çoğulculuk ve özgürlükler gibi konularda açıkça belli eder.
Bugün aşırı ve popülist sağın sık sık dile getirdiği “biz halkız” sloganı bir yandan müesses nizamın yozlaşmış addedilen elitlerine karşı kullanılırken, diğer yandan da homojen bir milli kimliğe gönderme yapılıyor ve bu kimliğin dışında kalanlar “yabancı” sayılıyor. Açıkçası, halk kavramı özcü bir kimlik üzerinden tanımlanıyor ve kökleri tarihin derinliğine uzanan “saf”, “pür” bir birlik olarak kurgulanıyor. Popülist sağın bu söyleminde, çoğulculuğa yer yoktur.
Globalleşmenin hızına bağlı olarak giderek daha fazla yaygınlık kazanan yurt ve kimlik tartışmalarına baktığımız zaman, popülist sağın, milliyetçilerin, etnik-merkezci kimlik hareketlerinin özcü bir kimliğe dayalı bir “yurt” ve yine özcü-kimliğe dayalı “biz” duygusu arayışı içinde olduklarını görürüz. Bu eğilimleri tetikleyen, teşvik eden unsurların başında, globalleşen dünyamızda yurt ve kimlik kaybı korkularının yaygınlaşması geliyor. Sosyal hareketlilik sonucunda toplumların nüfus yapılarının çoğullaşıp değişmesi, şehirlerin kozmopolit merkezlere dönüşmesi, orta sınıfların yurt ve konum kaybı korkusu, milliyetçiliğin kurguladığı özcü “yurt” kavramı ile özcü “biz” duygusunu savunmacı bir refleks olarak harekete geçiriyor.
Ve bundan da en çok aşırı ve popülist sağ yararlanıyor. Bu çevreler evrensel dayanışmaya karşı çıkıyor ve cemaatçi dayanışmayı öne çıkarıyorlar. Yurtlarının kapılarını dışarıdaki yabancılara kapatırken, içerideki yabancılara karşı ırkçı tavırlar takınıyorlar. Empati duygusunu ve acıya karşı duyarlılığı sadece “kendinden” saydıklarıyla sınırlandırıyorlar. Böylece, liberalizmin şahikası sayılan “açık toplum” olgusuna karşı çıkıyor ve sadece evrensel dayanışmayı yok saymıyor, liberal demokrasiyi de tehlikeye atıyorlar.
Oysa insan toplulukları ne ontolojik olarak “homojen bir halk” oluşturuyor, ne de sadece birileri için özel olarak ayrılıp çitilenmiş “yurt” denilen yerler vardır.
Aslında Etnosantrik yaklaşım açısından bile “ulusal biz”in ufkunu genişletmek mümkündür. Çünkü, “ulusal biz”in şekillenmesi dinamik ve değişken bir süreçtir. Önceleri kadınlar, siyahlar ve fakir erkekler “ulusal biz”den dışlanırken, zaman içinde “ulusal biz”e eklemlenmişlerdir. “Ulusal bizin” bu türden açılımlarla çoğullaşması bugün de büyük bir ihtiyaçtır. Etnik azınlıkların tanınıp topluma katılması, göçmenlere ve mültecilere hak tanınması, toplumsal cinsiyet ayırımına son verilerek “ulusal biz”in sınırlarının genişletilmesini gerekiyor.
Evrensel bir özdeşleşme ve dayanışma olamayacağına inanan liberal-kinik düşünürlerden Richard Rorty bile “ethnosantrizmin üzerindeki laneti kaldıran, (...) kendini genişletmeye, hep daha geniş ve daha renkli bir ethnos” yaratmanın önemine dikkat çekiyor.
Dışarıya dönük olarak yapılacak açılımlarda, başka halkları düşman olarak algılayan “ulusal biz”in saplantılarından arındırılması -örneğin Almanya’nın Fransa’ya, Fransa’nın da Almanya’ya bakışının değişmesi gibi- ve bunun da ötesinde, empati yoluyla başka halklara da yakınlık duyulması fevkalade önemlidir.
Hannah Arendt, dünyayı bir masaya benzetir. Nasıl ki bir masa etrafında oturan insanları masa hem birbirine bağlıyor, hem de ayırıyorsa, dünya da insanları hem birbirine bağlıyor hem de ayırıyor. Dünyaya ne kadar farklı açıdan bakarsak bakalım, ortak bir sağduyu geliştirmemiz olasıdır, çünkü dünyayı paylaşmak gibi sağlam bir ortak deneyimimiz vardır. Bunu başaramazsak, yalnız kendi duygu, istek ve arzularımızdan oluşan kendi özel deneyimimiz içine hapsoluruz. Bu da aşırı sağın güçlenmesine yol açarak çoğulcu demokrasileri tehlikeye atar...