Bizim hikâyemiz…
Tarih 5 Nisan 2001… Esnaflık yaptığı belirlenen Ahmet Çakmak isimli vatandaş, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e Başbakanlık binası önünde yazar kasa fırlattı. 35 yaşındaki Çakmak, kahvehane açmak için 6 bin Dolar borçlanmıştı ve hızla yükselen döviz kuru nedeniyle borçlarını ödeyemez hale gelmişti… Ecevit’e yazar kasa fırlatıldığı 5 Nisan 2001 Perşembe günü 1 ABD Doları 1.23 TL den işlem görüyordu…
İlginç bir dönemdi 2000’li yılların başları… İktidarda Bülent Ecevit Başbakanlığında “ANA-SOL” koalisyonu vardı. Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz ve MHP lideri Devlet Bahçeli ile kurulan koalisyon başlangıçta çok umut vermiş fakat Hükümet kısa zamanda ekonomideki yangının alevleri arasında kalmıştı.
Merkez siyasetteki çöküşün alarm zilleri uzun süredir çalıyordu aslında. Siyaset- mafya- sermaye ilişkilerinde birbiri ardınca patlayan skandallar başta dönemin koalisyon hükümeti olmak üzere tüm siyasi partileri derinden etkiliyordu.
Çok hızlı yaşayıp çok geride bıraktık ama başımıza gelenler hep geriye dönüp bakmayışımızdan, anlamaya çalışmayışımızdan… Dönenip durduğumuz sarmalda bir türlü isyan etmeyişimiz, aslında kör kütük nisyanımızdan…
Hiçbir şey birdenbire, hiçbir şey birbirinden kopuk, hiçbir şey birbirinden bağımsız değildi…
Soldan sağa merkez siyaset önce Kürtleri kaybetmişti…
Kürtler, üzerlerine kâbus gibi çöken 80’lerin ardından 90’lar şokunu yaşamış, tüm bu süreçte Türkiye merkez siyasetinden iyice uzaklaşmışlardı. Önce 1991’de TBMM deki vekillerinin yemin kriziyle başlayıp Meclis’ten sürüklenerek çıkarılıp tutuklanmalarına uzanan olaylar zincirinde takındığı tutum nedeniyle dönemin sosyal demokrat partisi SHP’den uzaklaşan ve Doğu ve Güneydoğu’da SHP’yi adeta silen Kürtler; ardından “beyaz Toros’lar” kâbusunu yaşatan merkez sağdaki partilerden, DYP ve ANAP’tan da uzaklaşmışlardı.
Kürt sorununa demokratik, barışçıl bir çözüm üretmek bir yana, inkâr siyasetinden ısrarla vazgeçmeyen merkez partiler, Kürt seçmenin kendilerini terk etmesine duydukları öfkeyle daha sert, daha inkârcı politikalara yöneldikçe, merkez siyasetin çöküşü hızlandı. Çünkü ne kadar inkâr edilirse edilsin, Türkiye’de Kürt seçmeni inciterek yürütülecek her türlü politika çökmeye mahkumdu… Merkez partilerin göremediği, anlamamakta ısrar ettiği Türkiye gerçeklerinden biridir bu… Kürt seçmenin merkez partilerden uzaklaşmasını “etnik siyasete” bağlama kolaycılığı yerine Kürtleri dinleyecek, anlayacak ve kucaklayacak politikalar üretemeyenler, Kürt seçmeni kaçınılmaz olarak etnik kimliğe sarılmaya zorladılar. Merkez partiler Kürt seçmenin etnik kimliğe sarılmasına daha ağır şiddetle yanıt verdiklerinde ise bu kez muhafazakâr- İslamcı kimliğin seçenek oluşturmasının kapısını araladılar… Aslında merkez partiler merkezde durmayı beceremedikleri, ülkenin tüm unsurlarını kucaklayacak politikalar üretemedikleri için siyasetin polarizasyonuna bizzat hizmet ettiler…
80’lerin darbeci generalleri anti komünist mücadeleyi “Türk- İslam” anlayışına sarılarak yürütmeyi seçmişler, “Atatürkçülük ve laiklik” görüntüsü altında toplumun dincileştirilme değirmenine su taşımışlardı. Ülkenin dört bir yanını Atatürk heykelleriyle bezeyen darbeci generaller, aynı anda devletleştirilmiş, devlet korumasına alınmış bir İslam anlayışının gürbüzleşmesine neden olmuşlardı. Solun memleket sathından “kazındığı” o yıllarda bürokrasinin tüm kademelerine yerleştirilen Türk-İslamcılar toplumun dönüştürülmesi için en bereketli iklimi buldular. Generallerin koruyuculuğunda yeni bir toplum mühendisliği projesini adım adım uygulamaya geçiren Özal’lı yıllar İslamcıların daha da semirmesine yol açtı. Bir yandan “geleneksel” toplumsal değerler paramparça edilirken, diğer yandan küresel kapitalizme eklemlenmenin en “yerli ve milli” koşulları yaratıldı. Muhafazakâr, İslami hassasiyetleri yüksek bir orta sınıf oluşturulurken, bunlar içerisinden küresel sermayeye eklemlenmekte “dinen sakınca görmeyen” unsurlara “el verilip” palazlandırıldılar. “Anadolu Kaplanları” adıyla ambalajlanıp, topluma birer başarı hikâyesi olarak sunulan “Muhafazakâr iş adamları” bir zaman sonra ekonomiyle sınırlandırılmaya çalışılan hareket alanlarını genişletmek, siyasette, ülke yönetiminde de söz sahibi olmak istediler.
Devlet kontrol edebildiği sürece nefes hakkı verir. İşler kontrolden çıkmaya başladığında devlet siyasete kendi yol yordamıyla “ayar verir…” Kimi zaman sivil, kimi zaman askeri yöntemlerle… Nitekim işlerin çığrından çıktığının düşünüldüğü bir noktada 28 Şubat müdahalesinin yapılması ve “sivrileşen unsurların” törpülenmesi bu ayarlardan biriydi. 12 Eylül, solu kök hücrelerine kadar zımparalayarak kazırken, 28 Şubat sert görüntülü rötuşlarla yetindi. Çünkü devletin dine, özellikle de devletleştirilmiş İslam’a ihtiyacı, bu coğrafyanın ezeli ve ebedi gerçekliğiydi…
Merkez siyasetin o dönemde göremediği, anlamak istemediği bir başka gerçek, İslamcıların beslendiği kaynakların çoktandır Türkiye coğrafyası olmadığı, Cumhuriyetin ürettiği devletleştirilmiş İslam’ın artık yeni nesillere yetmediği, heyecanlandırmadığı gerçeğiydi…
Cumhuriyetin uslu, mütedeyyin, namazında niyazında, şükreden, 6-7 Eylül gibi, 6. Filo direnişine saldırılması gibi “ihtiyaç hasıl olduğunda” kullanılabilen “makbul çocukları” artık pastadan daha kalın dilimler, iktidarda söz hakkı ve görünürlük istiyorlardı…
Ilımlılığı, “yerli ve milli” değerlere, muhafazakâr kesimlerle diyaloğa açıklığıyla bilinen Ecevit’i öfke nöbetine sokarak “Çıkarın bu kadını Meclis’ten!” diye bağırtacak bir “görünürlük” ve “iradi müdahale” belki de ekonomik krizle harmanlanan bir siyasi tıkanıklıkta “eski Türkiye” ile dinciler arasındaki son bağları da kopardı. İslamcılar yol ayrımına geldiler. Ya daha geniş kesimleri ikna ederek ekonomide ve siyasetteki görünürlüklerini, ağırlıklarını artıracaklar ya da eskiden olduğu gibi devletin onlara sunduklarıyla yetineceklerdi… “Milli Görüş gömleğinin” çıkarılıp merkeze açılınan, o güne dek İslamcılar için hayli yeni olan demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, eşitlik gibi kavramlarla tanışılan ilginç bir süreç başladı…
Merkez siyaset eğer o dönemde Kürtleri ve muhafazakâr Müslümanları doğru okuyabilmiş olsaydı, Türkiye daha demokratik, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir dönüşümü “seküler anlayış içerisinde” gerçekleştirebilmiş olsaydı geride bıraktığımız 17 yıllık macera farklı şekillenecekti kuşkusuz… Ama önce Merkez partiler, sonra da “eski devlet”, bu beceriyi, bu esnekliği gösteremediler ve siyaset sahnesinden silindiler… “Kahrolası liberallere” duyulan öfke, 17 yıllık maceradan hiçbir şey anlamayanların ısrarcı ve çaresiz öfkesidir bu anlamıyla… Zira “kahrolası liberaller”, Türkiye’nin “seküler anlayış içerisinde” demokratikleşme becerisini göstermesinin, bunca yıldır yaşanan acıların yaşanmamasının yolu olarak görüyorlar, “eski devleti” uyarıyor, değişmemekte direnen eski devletin cıvatalarının gevşetilmesine destek veriyorlardı. Benzer biçimde ceberutlaşan “yeni rejimin” karşısına dikilmelerini “aslında düz bir çizgide yürüme hali” yerine bir “kandırılma ve uyanma” hali olarak okuduğunuzda ne olup bittiğini anlamak da zorlaşır…
2002’de merkez partileri siyaset sahnesinden silen irade, “eski Türkiye’de” eşit, mutlu, adaletli bir gelecek umudunu yitirmiş olan orta sınıflar, köylüler, küçük ve orta ölçekli sanayiciler ve elbette Kürtlerden mürekkepti… Bu kesimlerle tüm bağlarını koparan, bu kesimlerin 21. Yüzyıl beklentilerini, taleplerini anlamamakta ısrar eden partiler ve siyasetçiler silinip gittiler…
Hayli acılı bir 17 yılın sonunda, hâlâ sevinebileceğimiz, belki de şans olarak görebileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız… “Eski Türkiye” yi yıkıp “yeni bir Türkiye” kurma vaadiyle yola çıkanlar, eski Türkiye’ye rahmet okutacak bir rejimi inşa ettiler… Karşıtlarına dönüşen, “devşirilen” ve devşirilmenin tadından hayli trajik biçimde sarhoş olan, sarhoş oldukça “bozulan”, şuursuzlaşan, görüşü, beyni bulanıklaşan berbat bir rejim… Kürtlerle, ezilenlerle, yoksullarla, orta sınıflarla bağlarını koparan, yalnızlaşan, yalnızlaştıkça daha da otoriterleşmekten başka seçeneği kalmayan, otoriterleştikçe kendi yıkımını hızlandıran bir rejim…
Eski Türkiye’nin tekçiliğine itirazın, yeni bir tekleştirme projesinin inşasıyla sonuçlanmasından tüm siyasi hareketlerin, okuyup yazan, düşünen herkesin çıkarması gereken dersler olmalı…
Eskisinin yaptığı tüm hataları bir bir tekrar eden bir rejimin bugün ne yaptığından çok, artık çatırdama seslerinin arşa yükseldiği bir dönemde, bundan sonra bizlerin ne yapacağıdır aslolan…
Eskisini de sözde yenisini de görüp birbirine bunca acı çektiren bir toplum, bu korkunç tarihten yepyeni, demokratik, özgürlükçü, adil bir gelecek süzebilecek mi?...
Neden yerle yeksan olduğunu anlayabilecek miyiz eski Türkiye’nin ve sözde yeni bir toplum inşa etmeye çalışan bu berbat tiranlığın neden aynı kaderi paylaşmak zorunda olduğunu görebilecek miyiz?
Yoksa aynı tas aynı hamam, benim oğlum bina okur, döner döner yine okur hesabı, ezberlerimize devam edip eski Türkiye ile sözde yenisi arasındaki sıkışmışlık içerisinde boğulup gidecek miyiz?