Bizimkilerin Köyü…
Bizimkilerin Köyü…
Mertkan Hamit
[email protected]
Göçmen olma deneyimini yerinden edilme olarak değil, sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı sınırlı bir süre için yaşayana kadar, ailece Baf’ın terk edilmiş bir noktasında adını kimsenin bilmediği bir toprağa (istinjo/tabanlı) yaptığımız ziyaretler benim için pek de anlamlı değildi. (1) Alaycı bir biçimde “küçülen evleri”, “kaybolan yolları” ve “dalından koparılan meyveleri” dinlediğim sürece meseleyi kavrayacak olgunluğa erişemediğimi kabul etmeliyim. Konuyu anlayacak olgunluğa, yerinden edilmek ile gönüllü olarak yaşadığın yeri terk etmek arasındaki farkı öğrendiğimde anlamaya başladım. Yerinden edilip geriye dönememek ile geriye dönebilme ihtimali arasındaki ilişkide şiddetin çıplak rolünü fark etmem bu kapsamda önemli rol oynamıştı. Tüm bunları “ayrıcalıklı göçmenlik” olarak tanımladığım, tamamen politik bir sebep olmasına rağmen artık doğallaştırdığımız “bedelli askerlik hakkına erişebilmek” adına yurt dışında geçirdiğim yıllar tamamlanmasında ve empati yaptığımda kavrayabilmiştim.
Annem ve ailesinin 1974 öncesinde yaşadıkları bölge olan Baf’ı bundan 13 yıl önce, 23 Nisan 2003 tarihinde, kapıların açılmasından sonra görebilmiştim. İki taraf arasında geçişler sınırlı olarak serbestleşene kadar, “bizim köy”, benim için anlatılanlardan dolayı bir tür peri masalıydı. 2003 yılındaki ilk ziyaretten sonra peri masalı olarak bildiğim yer, beklentimin aksine harabe olarak karşıma çıkmıştı. Birlikte ilk ziyareti gerçekleştirdiğim akrabalarım da gördüklerinden hoşnut değildi. Artık benim için “bizim köy” heyecan vermeyen, biraz da zorunlu olarak gittiğim ve herhangi bir bağ kuramadığım bir yerdi. O zamanlar “köye” gitme fikri açıkça eleştirdiğim bir istekti; “o harabede” bizimkilerin ne işleri vardı?
2015 yazında, ailem olmadan gitme fırsatım olan “bizim köy”, bu sefer Kıbrıs Sorunu’nun “kayıp kişiler”den sonra bariz bir biçimde en önemli mağdurları olan “yerinden edilen insanları” anlayabilmek adına benim için yeni bir girişimdi.
1974 sonrasında milliyetçi hezeyanla “yerinden edilen insanlara” sunulan çözüm “Kıbrıslı Rum mallarını” vermekti. Ancak bu çözüm hukuki değildi. Bugün dahi bunun korkularını yaşayanlar için ayrıca yerinden edilmek, sadece bir “mülk meselesi” olmamıştı. Yerinden edilmenin travması, mağdurlarına dört duvar sağlanınca çözülmüyordu. Yerinden edilmek, aidiyet ve hatıralarından bağımsız biçimde yerinden çözülemezdi.
Kısa bir süre önce yeniden gittiğim “bizim köyde” müzakere masasında insani boyutu unutulan, toplumların rehabilitasyonu ile ilgili hiçbir önerimiz olmayan zorunlu göç deneyimini tüm çıplaklığı ile yaşadım. Annem ile teyzemin, boş bir arsaya bakıp, kimin evinin nerede olduğunu anlamaya çalışmaları, el-kol işaretleri ile arsanın kadastrosunu çıkarmaları, evlerine giden, olmayan yolu göstermeleri, elleri ve kollarıyla havaya çizdikleri şekillerle aslında hatıralarını şekillendirme girişimlerini tanımlayacak kadar güçlü bir kelime var mı bilemiyorum. Ancak izleyici olan benim için trajik bir durum olduğu kesindi. Sadece o anki davranışları takip ederek, mülkiyet meselesinin “takas, tazmin ve iade” ile çözülemeyeceğini anlayabilirdiniz. Çünkü yerinden edilen insanlar için “mülkiyet meselesi” tapu ve metrekare hesaplarından çok hatıralar ile ilgili bir meseledir.
Eğer toplumun lideri olduğunu iddia eden birileri varsa ve liderlik yaptığı toplumda bazı insanlar boş arsalara bakarak el kol işaretleriyle hatıralarını şekillendirmek zorunda kalıyorsa, toplumu adına neyi, nasıl temsil ettiğini yeniden düşünmelidir. Üretilen çözümün hayata dokunması gerekir. Bir barış inşa edilebilmesi için finans hesaplarının ötesinde hareket etmek gerekir.
Kıbrıslı insanların mala tapınan, doyumsuz arzuları olan insanlar olarak kabul edilerek ele alınan mülkiyet konusu, insani uygulamanın çok uzağındadır. Yerinden edilen insanlar için yaratılan tahribat maddi değil, duygularla ilgilidir. Bunun karşılığını “iki efendinin” terk edilmiş binada, kurabiye yiyerek tartışıp, bir toplumsal sözleşme yaratılacağına dair inanca ancak o ülkenin tarihine değer vermeyen ve meseleyi sadece bir kariyer basamağı olan görenler, Kıbrıs sorununu sadece jeostratejik kaygılara indirgeyenler uygun bulabilir. Medeni bir halktan, Avrupalı bir çözümden ya da daha basiti 2016 yılında yaşayan insanların hak ettiği politik uygulamalardan söz ediyorsak, sürecin toplumsallaşması esastır. Bu ve buna dair çözümler ancak sorundan etkilenen ve kendini sorunun herhangi bir boyutu hakkında söz söyleyebilecek insanların çözüm süreçlerine dâhil edilmesi ile mümkündür. Süreçlere ne kadar çok kişi eklenirse, barış o kadar kolay gelecektir.
Bir çuval laf ettiğimiz Kıbrıs Sorunu’nun müzakere masasında konuşulmayan, konuşulamayan ve biraz da masada astarı tutmayan tarafını yine keşfetmek demekti bu gezi benim için. Yaşanan olayları farklı bir noktadan görerek, elitlerin meselesinden çıkararak anlama fırsatıydı. Kıbrıs meselesinin deneyimlediğimiz ama dile getiril(e)meyen bölümüydü. Bu sadece müzakere masasındaki görüşmeciler suçlanarak içinden çıkılabilecek bir mesele değildir. Esasen meselenin bu boyutunu anlatmaya ve anlamaya “uluslararası hukuk” jargonunun genelleştirici dilinde de yer olmamasıdır. Günün sonunda hayalini bile kuramadığınız bir konuyu nasıl çözebilirsiniz ki?
İstinjo’daki evinde sadece bir yıl kadar oturan teyzeme, 5 Eylül 1975 tarihinde göç ettirildiklerinde yanında ne alabildiğini sorduğumda “sadece kıyafetlerim” cevabını aldım. Şimdi 90 yaşında olan nenem, “Papaz rahat durmadı” diyerek, Makarios’u suçluyordu. Bunun “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar bir arada yaşayamaz” deyip “güçlü iki bölgelilik” gibi bir söylemleri ortaya atanların aksine “köyünde yaşamak isteyen 90 yaşındaki bir kadının” talebi olarak anlaşılması önemlidir. Çünkü “bir arada yaşayamayız” geri dönüş yolunun kapandığı, yeni bir Kuzey Kıbrıs halkı yaratmayı hedefleyen bir ideolojik söylemdi. Oysa köyünden koparılan insanlar için “eve geri dönmek”, “köye geri dönmek” gibi arzular, aslında bölünmenin “yanlış bir politikanın” olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır. Yerinden edilmiş bir insanın Kuzey Kıbrıs halkı yaratmak gibi fanatik bir arzunun karşısına koyduğu en sahici taleptir, Baflılığını vurgulaması, köyünü ya da evini özlemesi…
Hayatımın garip anlarından biri de teyzemin 1975’te bırakmak zorunda kaldığı kendi evine izin almadan girmesiydi. Yıkılan onlarca haneden ayakta kalan birkaç evden biri olan ve esas sahibi tarafından 41 yıl önce bırakılan mülk, bugün köydeki çobanın eşyalarını koyduğu, dinlendiği bir yer olmuştu. Eve girerken, teyzemin, “evin temiz olmadığından” şikayet etmesi mülk ile kurulan duygusal boyutun en çıplak hâlini yansıtıyordu. Aynı evde doğan oğlu ise eve girmeye dahi çekinirken, Eve dair bir duygusal bağ hissetmediğini söylemişti. “Mülkiyet hakkının tanınmasına” dair ayrım, sadece “toplumların arasında tutum farkı değil”, aynı zamanda aynı toplumun içindeki “nesillerin arasında” da farklılaşmalara dair somut bir örnektir.
Anne için iade, oğul için takas veya tazmin yolunun “adil” çözüm olacağı koşullarda, Saray’daki mülkiyet uzmanları “genel formülleri” ortaya koymaktadır. “Adilane bir biçimde ele almak” talep edilirken, bireyin duygularını sadece işimize geldiği biçimde (yani iki bölgeliliğin korunması gailesiyle) yapıldığını not etmekte yarar var.
Belki de ziyaretimizin en önemli sebeplerinden biri liseyi bitirdikten sonra, henüz ada bölünmeden, denizde boğularak hayatını kaybeden dayımın mezarını ziyaretti. “Köydeki bahçemizde” yer alan mezarı ziyaret ederken, 90 yaşındaki neneme soru sormak yerine onu izlemeyi tercih ettim. Bu sırada kafamda onlarca soru belirdi…
Evladını, kardeşini ya da akrabasını kaybeden bir insanın, siyasi hesaplar sebebiyle ruhunu rahatlatacak olan “kabristanlık ziyareti” ritüelini on yıllarca yasaklayarak kurulan bir “devletin” vatandaşları olmaktan gerçekten gurur duymak mümkün mü?
Yerinden olarak varoluşsal yaraları oluşan Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlara karşı yaratılan mağduriyetlere karşı sorumlular ile ilgili tek bir açılım yapmayarak, herhangi bir dava açmayarak hangi “ulvi çıkar” korunmaktadır?
Birkaç politikacının uzlaşmaz tutumu, milliyetçi hırsları ve kurguladıkları “büyük emelleri” nedeniyle, evladının mezarını ziyaret etmesi 40 yıl boyunca mümkün olmayan insanlar bu ülkede yaşamaktadır. Bazıları için hâlâ bu mümkün değildir (Mesela Kapalı Maraş’ta ya da diğer askeri bölgelerde yakınları gömülmüş olan insanlar). Buna dair atılacak adımlar için kapsamlı çözüm mü beklenmelidir?
Bu sorulara benim vereceğim değersiz cevaplar olabilir... Ancak esas olan benim vereceğim cevaplar değil, bu ülkeye barış getirmekten sorumlu olanların, en başta da toplum lideri olan ve bu ülkeye barış getirmesi için seçilen Mustafa Akıncı’nın dilinin ve vicdanının ne diyeceğidir…
Notlar:
(1) İstinjo bir Türk köyüydü. 1930larda görece merkezi bir yerdi, öğrendiğime göre o zaman köyde Rüştiye dahi varmış. 1950 referandumuyla ete kemiğe bürünen Enosis mücadelesi, 1955’ten sonra koloni karşıtı bir ayaklanmaya, 1957’den sonra ise toplumlararası çatışmayı da barındıran bir iç savaşa dönüşmüştü. Şiddetin çeşitli öğeleri İstinjoya pek uğramamış. Ancak, 1963’ten sonra köye Rumların girmesine izin verilmezmiş. Çatışma yılları ile ilgili köy civarında gerçekleşen bir olay vardır. Ancak daha sonra Niyazi Kızılyürek’in araştırmalarından edindiğimiz bilgiye göre, o da etnik bir mesele değil, bir namus cinayeti olan Melandra Olayı’dır.