“Boğaz limanında yaşadığımız olay…” – 3 -
BM Barış Gücü’nde İsveç’ten genç bir asker olarak 1965 yılında Kıbrıs’ta bulunan Erik O. Sjödin, hatırladıklarını kaleme aldı
Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde İsveç’ten genç bir asker olarak 1965 yılında Kıbrıs’ta bulunan Erik O. Sjödin, ricamız üzerine hatırladıklarını kaleme aldı, daha önce kaleme aldığı bazı hatıralarını da İsveççe’den İngilizce’ye çevirerek bize gönderdi… Biz de ona içten teşekkürlerimizle, onun değerli hatıralarını Türkçeleştirerek, okularımızla paylaşmaya çalışacağız…Erik O. Sjödin’in bizimle yazışmalarını ve bize göndermiş olduğu hatıralarını içeren iki makaleyi derleyip Türkçeleştirdik. Erik O. Sjödin devamla şöyle yazıyor:
“Boğaz limanında yaşadığımız küçük bir olay…
Komikebir’de “Bear (Ayı) Kampı”nda görevlerimizden birisi de deniz kenarındaki Boğaz limanından askerlerin çıkarma yapıp yapmadığını takip etmekti. Bir stand üzerinde büyük bir dürbünümüz vardı ve bu dürbün geceli gündüzlü Boğaz’daki limana çevriliydi. Her saat başı bu dürbüne bakarak, gelip giden gemileri takip etmekteydik… Belki yüz kez bu rutin izleme ardından dürbünü yarı yarıya sağa sola çevirerek yakındaki doğal ortamı seyretmeye başlıyorduk. Beklenen herhangi bir şey olmuyordu görünürde…
“Hey, sizler! Derhal cipe bininiz! Çapuk ediniz! Çapuk! Silahlarınıza şarjörleri takınız!”
İri yarı, sakız çiğneyen İsveç’in ortalarından bu asker son derece heyecanlı idi… Bizim çavuşumuz başka bir görev için orada olmadığı zaman, ona vekalet etmekteydi… Bir stres durumunda grubumuza başçılık etmekte kararlıydı… Ve işte şimdi Boğaz’daki limanda bir şeyler oluyordu. Bu büyük boss bağırıp çağırıyor, landrover cipimize doğru koşturuyordu… Cipimize ön koltukların arkasında altı kişi sığabiliyordu… Bu “büyük boss”umuz koşturduğunda sağ omzundan otomatik silahı sallanıyordu… Bakkallardan satın aldığımız ucuz cep romanlarında görülen İkinci Dünya Savaşı’ndan Amerikan askerlerine benziyordu… O zaten her gece yatmadan önce bol bol bu kitaplardan okumaktaydı…
Bu “sert Amerikan tavrı” onun alameti farikası gibiydi… Maraş’ta barlarda kendi savaş kahramanları hakkında anlatmakta olduğu öyküleri bol bol işitmiştim… Belli ki bu gelişen durumdan çok mutluydu ve bizler çapuk çapuk cipe binerken, o da gelişmekte olan durumu aktarıyordu.
“Boğaz limanına bir gemi geldi ve asker indiriyorlar… Kaç asker indirdiklerini henüz bilmiyoruz ancak bu belki de bir darbe girişimi öncesinde takviye maksatlıdır ve böyle bir risk bulunmaktadır!”
Gerçekte BM Barış Gücü olarak misyonlarımızdan biri de, asker sayılarındaki herhangi bir değişimi rapor etmekti. Öncelikle bunu rapor ediyorduk ve sonuçta, eğer bir karar alınmışsa, harekete geçmekti…
Ancak bize öncülük eden liderimiz, o kadar heyecanlanmıştı ki, nasıl hareket edeceğimize ilişkin talimatların son bölümünü unutmuştu! Ona göre şimdi yalnızca harekete geçme zamanıydı! Pek çok asker, Yunanistan’ın ana karadan asker göndererek adayı askeri olarak ele geçirme riskinden söz etmekteydi…
Hepimiz de EOKA hareketi ve ENOSİS için mücadeleleri – yani Kıbrıs adasının Yunanistan’la birleştirilmesi mücadelesi hakkında bilgi sahibiydik ve bu konuda çeşitli şeyler duymaktaydık. EOKA’nın tarihçesinde tarif edilen pek çok terörizm hareketi vardı, adada daha önce bulunmuş İngiliz sömürgecilere karşıydı bunlar. Ancak Kıbrıs’taki bazı Rumlar’a göre tüm bu EOKA operasyonları doğru ve savaşçılar da şöyle ya da böyle kahramanlar olarak görülmekteydi… Kıbrıs’taki siyasi durumun belirsizliği Türkler’in de tüm adayı ele geçirme senaryosunu dışlamıyordu. Türkiye anakarası ile Kıbrıs’ın kuzeyi arasındaki mesafe yalnızca 60 kilometre kadardı ve savaş uçaklarının adaya ulaşması ancak birkaç dakika alırdı… Havanın açık olduğu günlerde, dürbünsüz olarak Kıbrıs’ın kuzey sahillerinden Türkiye’nin kıyılarını görmek mümkündür…
Ağustos 1964’te Kıbrıs’ın batısında çıkan çatışmalarda saldırıya geçmiş olan Kıbrıslırum kara kuvvetleri ile – ki bunlar Ulusal Muhafız’a bağlı kuvvetlerdi – Koççina köyünü korumaya çalışan Kıbrıslıtürkler’in arasına bir yere İsveç’ten BM askerleri yerleştirilmişti.
Türk savaş uçakları, karadaki Kıbrıslırum askerlere ağır biçimde saldırmıştı. Türkler, ordularının gücünü sergilemişler ve İsveçli BM askerleri de saldırıların durdurulması ve bir ateşkes’in yürürlüğe girmesi için yardımcı olmuştu. Savaş alanındaki İsveç’in savaş ünitelerinin en büyük görevi, savaş alanından kadınları ve çocukları tahliye etmekti… Ve şu anda bize başçılık eden şahsın kafasında da Türk hava kuvvetlerinin havadan Koççina bölgesini bombalamış olduğu günlerin hatırası bulunmaktaydı…
Kampımızdan Boğaz’daki limana olan mesafe, beş-altı kilometreden uzak değildi. Büyük “boss” grup liderimiz durmaksızın konuşuyor ve çok heyecanlı davranıyordu, kıvrımlı yollarda cipi o kadar dikkatsizce sürüyordu ki, ellerimizle sıkı sıkıya bir yerlere tutunmaya çalışıyorduk. Buna karşın bir o yana, bir bu yana savruluyorduk dönemeçlerde… Büyük boss’umuzun bu yeni rolüne şahane biçimde adapte olmuş olduğunu anlıyorduk… Öncelikli görev, önce olayları rapor etmek, ikinci olarak da bir emir verildiğinde harekete geçmek idi ancak şu anda bunlar aklından çıkmış vaziyetteydi. Ona göre şu an, harekete geçme zamanıydı ve kendisi de patrondu!
Grup liderimiz açıkça bir liderlik rolüne soyunmuştu:
“Limana gittiğimiz zaman hazırlıklı olmalısınız!” diye bağırdı bize.
“Her şey beklenir! Otomatik tabancalarınıza mermilerinizi sürünüz!”
Limana vardığımızda sinirlerimiz gerilmiş vaziyetteydik. Büyük patronumuz artık savaşa hazır vaziyetteydi, öylesine asılmıştı ki frene, Boğaz’daki Milli Muhafız’ın kaldığı yerin önünde neredeyse dengemizi tamamen kaybediyorduk! Son sürat gelişimizi ve binalarının önünde duruşumuzu izleyen birkaç Kıbrıslırum subay vardı orada… Cipimiz durur durmaz, büyük patronumuz yerinden fırlamıştı, elinde tabancası vardı ve ağzının kenarında sigarası, konuştukça sallanıyordu… Ucuz savaş dergilerindeki romantik kahramanlara benziyordu tıpkı!
Bizler ise üç asker hala üstü açık cipte oturmaktaydık, Kıbrıslırum subaylarıyla büyük patronumuz ve şöförünün konuştukları yerden 20 metre kadar uzaktaydık… Bizler cipte oturanlar, tümümüz de 20’li yaşlardaydık, hayatımızda ilk kez İsveç’in sınırlarının dışındaydık ve işte şimdi de siyasi güç oyunlarının içindeydik, bunların gelişimini izleme görevimiz vardı…
Bu durumdan ötürü içimizi bir korku sarıyordu, hiç de hoş olmayan, somut bir korkuydu bu… Grup liderimiz Kıbrıslırum subaylara İngilizce olarak konuşuyordu, sonra da sesleri yükselmeye başlamıştı, bizlerse otomatik tabancalarımızda parmağımızı tetikte tutup tutmamakta tereddüt ediyorduk, eğer gerekirse ateş açabilmek için hazır vaziyette mi olmalıydık…
Kıbrıslırumlar’a ait bu bölgede yetkili olan iki Kıbrıslırum subay şimdi grup liderimizden birkaç metre uzaktaydılar, açıktı ki grup liderimizin sert tavırları onları provoke etmekteydi… Ufak bir anlaşmazlıktan sonra bir tanesi bağırmaya başlamıştı:
“Tamam, demek bu şekilde savaşmak istiyorsun ha!...” ve topukları üzerinde dönüp askeri üssüne doğru yürümeye başlıyor… Bu bağrışmalar esnasında birkaç Kıbrıslırum asker de kapıların dışında toplanarak yolun aşağısında neler olup bittiğini takip etmekteydi… Subayın sözcükleri herhalde bir tür deneme ve provokasyondu ancak işte tam da bu durumu aşırı gergin biçimde yaşamaktaydık…
Şöförümüz bu durumda en iyisi cipe dönmek olduğuna karar veriyor ve geri geliyor, Mağusa’dakileri arayarak telsizle konuşuyor. Sonuçta yetkili İsveçli BM subayıyla temasa geçmeyi başarıyor ve durumu tarif ettikten sonra, sakin olması yönünde talimat alıyor – Mağusa’dan takviye personel gönderileceği de belirtiliyor.
Ayrıca Kıbrıslırumlar’ın da takviye falan yapmadığı görülüyor ve böylece durum sakinleşiyor. Bir Ferret aracında BM Barış Gücü’nden gelen takviye, bir müzakereci görevli de içeriyor ve biz de bir süre sonra “Bear (Ayı) Kampı”mıza geri dönebiliyoruz.
Geriye dönüp baktığımda bu olayı her iki şekilde görebiliyorum… Bu durumda ateş açmak ne kadar kolay olabilirdi… Yalnızca ilkgençlikten çıkmış gencecik askerler, böylesi stres dolu bir ortamda, dolu birer tabanca, parmakları tetikte, evet, bu durumda böylesi tehditkar durumların nasıl tırmanışa geçebileceğini anlamak mümkündür…”
BAF’TAN HATIRALAR…
Ahmet Falyo’nun gül şurubu davası…
ULUS IRKAD
Ahmet Falyo’yu Baf’ta kahvehaneci olarak anımsıyorum. Karısı Atiye Abla ile hayatlarını kahvehane çalıştırarak kazanırlardı. 1967 yılında binbir zorlukla taşındığımız Topal Salih’in evinin arka tarafındaki Yıldız Hotel’in altındaki boş ambarı kahvehane haline getirmişler, orada müşterilerini ağırlarlarken, Yılbaşı’na yakın gecelerde ise bizim bitişiğimizdeki küçük evlerinde yasak olduğundan dolayı gizlice kumar da oynatırlardı. Atiye Abla ile Falyo’yu 1960’lı yılların sonlarında, bana o zamanlar söylendiğine göre akrabalarının bir kız çocuğunu daha beş-altı aylıkken evlatlık olarak yanlarına aldıklarını hatırlamaktayım. Küçük kıza “Ayşe” adını vermişlerdi. Ayşeciğin bazı geceler o kumarcıların kağıt oynarken kaybedişlerinin bir tepkisi olarak, masalara sertçe vurduğu darbe ve öksürük sesleri arasıda uyanarak ağladığını ve Atiye Abla’nın o kız çocuğunu teskin etmeye çalıştığını da, o geç saatlere kadar evde çalışan bir ortaokul öğrencisi olarak hatırlıyorum. 1969 yılında babam Wales’de (İngiltere) Cardiff Üniversite’sine masterlik yapmaya gitmişti, dolayısıyle baba desteğinden de mahrum olduğum o günlerde başarıya ulaşıp, “Bak babası Wales’e gittiği için çalışmasına boş verdi” denmesin diye büyük bir hırsla geceleri en geç saatlere kadar çalıştığımı ve böyle olaylarla da karşılaştığımı çok iyi anımsıyorum. Ayşeciğin o çığlık halinde ağlamaları hiç kulaklarımdan gitmedi. 1974 yılında savaşın çıkmasıyla kahvehane işletmeciliğini savaş sırasında da devam ettirdi Atiye Abla ve Falyo. Ama kahvehaneleri Yeşil Hat’ta yakın olduğu için o zamanlar Mutallo’ya çekilip kahvehanelerini çalıştırdılar. 1974 savaşından sonra mecburen Baf’tan Mağusa Maraş’ına gelip yerleştik. Falyo ile Atiye Abla iki katlı bir evin altında kahvehaneciliğe devam ettiler. Baf’tan, kahve ve sohbetlerinin müdavimi olan insanlar da onlar ölünceye kadar bu kahvehaneye gelmeye devam ettiler. 1970’li yılların sonlarıydı. Galiba önce Atiye abla öldü. Birkaç hafta sonra da Ahmet Dayı, yani Baflıların tanıdığı Ahmet Falyo da onun ayrılığına fazla dayanamadı ve birbiri ardına ölüp gittiler. Küçük kızları Ayşeciği, anne ve babası öldüğünde hıçkıra kıçkıra ağlarken hatırlıyorum. Esasında onu evlatlık aldıklarında yaşları epey ilerlemişti. Ve beklenen o acı an geldiğinde yapacak başka bir şey de yoktu. Ama bu küçük kız çocuğunun anne ve babasını böyle küçük yaşta kaybetmesinden daha acı ne olabilirdi ki? Bu küçük kız çocuğu için kesinlikle dünyadaki en felaketli günlerden biriydi anne ve babasını peşisıra kaybetmek. Herhalde o günlerde on-onbir yaşlarında ancak vardı. Anne ve babasını peşi sıra kaybetmenin şokunu üzerinden atamamıştı zavallı kızcık. Onu daha sonra hiç görmedim. Eğer şu anda yaşıyor ve bu yazdığım öyküyü okuyorsa belki de onun da bilmediği, babası Ahmet Falyo’nun başından geçen bu olayı bir hatıra olarak anımsasın. Evet, bu olay da 1964 yılında Baf’ta geçmektedir. Baflılar, civardaki Dip Baf ve Lemba’dan (Çıralı Köy) gelerek Baf’ın Mutallosu ile Ülkü Yurdu ve Kasaphanesi’ne gelip önce çadırlara, sonra da kerpiç evlere, 1969 yılından sonra da seloteks hazır evlere yerleştiler. Ama aşağıdaki olay çadırlı günlerde Vikla (Çamlıca) Tepesi’nde geçmekte, babam Hüseyin Irkad’ın bilgisayardaki arşivinden bu mizah öyküsünü tekrar takip ediyoruz, tabii ki bazı yerlerde benim de katkılarım olmuştur:
O gün mahkeme olağanın da üstünde kalabalıktı. 1964-74 yılları içinde dar bir bölgeye sığınmak zorunda kalan Baf halkı ve Baf ileri gelenleri, Baf Türk Bölgesi’nde adli suçları görüşmek için öğrencilere yatakhane olarak hizmet veren bir barakanın bir odasına hakimin oturacağı bir masa yerleştirmiş, sanıklar için de kapının hemen girişine, bir parmaklık koymuşlardı. Rumlarla şiddetli çatışmaların başladığı o kritik günlerde, Baf Kasabasına resmen bir hakim tayin edilmemişti. Öğretmen Yusuf Öztürk geçici olarak hakimliğe, polis müdürlüğüne bağlı bir subay da savcılık görevine atanmışlardı.
O günkü dava konusu birkaç gündür halkın dilinden düşürmediği ve yorum yaptığı Falyo’nun “Gül şurubu davası”ydı. Çatışmalardan dolayı Baf’ta epey işsiz ve avaracı insan, mücahitlikte nöbet görevi bittiği zaman, boş kaldıklarından dolayı zaman geçirmek ve bu davayı da izlerken sandalye kapmak için yavaş yavaş birbirlerini itip kakmaya ve itmeye başlamışlardı. Mahkeme mübaşiri iri yarı birisiydi. Onun sert uyarısı üzerine içeri girmeye çalışanlar itişme kakışmayı durdurdular. Hakim Öztürk yerini aldıktan sonra ayakta duranlar bulabildikleri sandalyelere ilişiverdiler..
“Orhan!” diyerek hakim mübaşiri çağırıverdi.
- Davalı ve davacıyı içeri al, davacı Kubilay Salih, davalı da Ahmet Mehmet’tir, dedi hakim.
Mübaşirin ikisini de içeriye çağırmak için kapıya yöneldiğini gören kalabalıktan biri:
-Davalı ve davacı içerdedirler, dedi.
Bu kez mübaşir içeriye dönerek yüksek sesle:
-Davacı Kubilay Salih, diye seslendi. Kubilay:
-Burada, diyerek cevap verdi.
-Ahmet Mehmet ! Bu isme yanıt veren birisi çıkmadı. Mübaşir bir kez daha seslendi:
-Ahmet Mehmet!!!...
İçerdekilerden biri:
-Hakim Bey, Ahmet Mehmet diye çağırırsanız onu kimse tanımaz. Adı Ahmet Mehmet olan kişi bile bakın ayağa kalkmadı.
-Niye?, diye sordu hakim.
-Yoksa başka bir adı mı var?
-Evet efendim, Ahmet Falyo denilmezse kimse onu bulamaz.
Bu kez hakim mübaşire dönerek:
-Orhan, sen tekrar Ahmet Falyo diye çağır, dedi.
Mübaşir salonu bakışlarıyla taradı. Ahmet Falyo hemen dibinde duruyordu. Ama görevini yapma mecburiyetinde olduğundan yine sesini yükselterek “Ahmet Falyo!” diye bir kez daha bağırdı. Falyo hemen ayağa kalktı:
-Buradayım. Beni görüyorsun da yine bağırıyorsun, parmağınla bir dokunsan anlayacaktım.
Salonda gülümsemeler duyuldu. Hakim,
-Lütfen susalım beyler, dedi.
Sonra Ahmet Falyo’ya dönerek:
-Sen Ahmet Falyo musun?, diye sordu.
Falyo hakime baktıktan sonra:
-Sanki beni bilmiyorsun da soruyorsun? Tabii, ben Ahmet Falyoyum, dedi.
Mübaşir ona sanık kutusuna girmesini söyledi. Hakim, davacı Kubilay’a dönerek,
-Avukatın var mı?, diye sordu.
Kubilay:
-Hayır, ben kendimi savunacağım, dedi.
-Oldu. Senin Ahmet Falyo’dan şikayetin nedir?
-Efendim bana ikiyüz elli altı gül şurubunun karşılığı olan yirmi yedi lira borcu vardır.
-Bu nasıl borç oluyor böyle? Bana anlat…
Bunun üzerine Falyo söze karışarak:
-Hakim Bey müsaaden varsa ben bu mesele nasıl oldu sana ben anlatayım, dedi.
Kubilay da,
-Sizce de bir mahzuru yoksa anlatmasına itiraz etmem, dedi.
Hakim:
-Öyleyse Ahmet sen bize ne oldu da Kubilay’a böylesine borçlandın bir anlat bakalım.
Falyo:
-Hakim Bey, çok değil geçen ayın içindeydi. Belediye halkın gezmesi için Vikla’nın (1964 sonrası adı Sancaktar Demir Adam tarafından Çamlıca Tepesi olarak değiştirildi) yollarını geliştirdi. Sonra da Kahvecileri, lokantacıları oyuncakçıları çağırdı. Yaz boyunca işyerlerinizi Vikla’ya, hani futbol alanından öteye uzanan bölge var ya, işte oraya taşıyınız, dedi. Vikla şenlenir, Kasabalılar biraz nefes alır. Ben da zaten işler kesat birkaç kuruş kazanırım, dedim. Vikla’nın üstüne galif (gölgelik) kurdum. Keşke kurmasaydım. Galifi kurduğumuzun ikinci gününde bir rüzgardır başladı. İnsanlar böyle havada evlerinden hiç çıkar mı? Birkaç kuruş kazanacağız dedik. Ama ne gezer… Sinek avcılığına başladık. Ne gelen var ne giden. Bir gün ikindi üzeriydi.. Baktım Kubilay yolda yürür. Ona çağırdım. Yanıma geldi.
-Ne var Falyo? ,diye sordu. Ben de,
- Vaktin varsa gel, ya kağıt oynarız yahut da okcuk atarız. Yani dart… O da bana “Nesine?” diye sordu. Ben de “bir bardak gül şurubuna oynayalım” dedim. Geçtik dartın önüne. İlk önce o attı. Üç okunu. İyi bir sayı tutturdu. Bense talihsizdim.. Niyetim gülün parasını ondan çıkarmaktı. “İkinci partiyi yapalım mı?”, dedim. Kabul etti. İki dört oldu, dört sekiz, sekiz onaltı , derken 128 güle dayandık. Kubilay “bu kadar kafi” dedi. Ben ısrar ettim. “Son bir atış daha yapalım” dedim. Onu da Kubilay kazandı.
Hakim merağını yenemedi:
-Yani Falyo, o kadar ok attınız; sen bir kere olsun kazanamadın mı yani?
-Yok be Hakim Bey, ikinci atıştan sonra artık dartı görmüyordum. Öfkeden hiçbir oyunu kazanamadım. İki yüz elli altıya gelince Kubilay bir hesap etti, “bana yirmi altı lira borcun var” dedi. “Ben sana altı lirasını bağışladım, ver bana yirmi lira da anlaşalım” dedi. Ben de değil yirmi lira ancak birkaç lira vardı. Kabul etmedim. O da beni polise şikayet etti. Falyo Hakim’in yüzüne baktı ve şöyle devam etti:
-Biz zaten gülüne oynadık parasına değil. Her gün benim galife gelsin, günde bir şurup içsin, hesabı kapatalım. Hakim dudaklarında tebessümü gizlemeye çalışmadan Kubilay’a döndü ve sordu:
-Falyo’nun söylediklerine itirazın var mı?, dedi.
-Hayır Hakim Bey ama ben nasıl her gün Falyo’nun galifine giderim bir gül şurubu için? Bana on lira verse bile kabulümdür.
Hakim kaşlarını çatarak:
-Bak Kubilay, sen de kabul ediyorsun ki oyunu gülüne oynadınız. Para istersen bu kumar olur. O zaman seni kumar oynamaktan suçlu bulur içeri atarım.
-Olur mu hiç Hakim Bey? Ben her gün Falyo’ya gider, gül şurubumu içerim.
Hakim:
-Kararımı açıklıyorum. Dava tarafların uyuşması sonucu kapanmıştır.
Birkaç gün sonra Falyo’yu sevinçli gören halk meraklandı.
Falyo:
-Ne olacak?, dedi. Mahkeme reklamımı yaptı. Gül şurubu vesile oldu müşterilerim arttı. Allah Kubilay’dan razı olsun…
Not: Bu öyküde adı geçenlerin çoğu vefat etmiştir. Hepsinin anıları önünde saygıyla eğilir, dürüstlük, misafirperverlik, sadakat ve ağırbaşlılıkları ile 1974 öncesinde Baf’ı Baf yapan tüm insanlarımızın anısı önünde saygıyla eğilirim.