‘Bölünme’ liderini buldu mu?
60’a dönmeyi önerecek noktaya geldi! Anastasiadis’le birlikte memleket de yokuş aşağıya sürükleniyor ve bu beni çok korkutuyor.
Crans Montana sonrası çöküşün ertesinde, ofisimde beni bekleyen büyük bir zarf bulmuştum.
Beyaz bir zarftı, sol üst köşesinde altın kabartmalı yazılar vardı. Cumhurbaşkanının ofisinden geldiği bilgisi verilmişti. İçerisinde sayfalar, yanında bir de mektup vardı. Mektup, Cumhurbaşkanının el yazısı ile yazılmış bir hitapla başlıyordu: “Sevgili Kostascığım”.
Belki o zaman ne olduğunu sizler de hatırlıyorsunuzdur. Bu mektup ve belgeler, o dönem kimi gazetecilere gönderilmişti. Bu gazeteciler, çöküş ile ilgili resmi anlatıyı benimsemek yerine sorgulayan ve Anastasiadis’e karşı çıkanlar olarak bizlerdik.
Cumhurbaşkanının bize gönderdiği kanıt niteliğindeki (!) belgeler pek ikna edici değildi. Belge bile değillerdi, ekseriyetle görüşmelerde bizim tarafımızca kaleme alınmış, ziyadesiyle karmaşık notlardı. Kimse bu notları kimin ve ne zaman yazdığını bilemedi.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, o dönemde de pek çok kez gözlemlediğim şeyleri yazmıştım: Nikos Anastasiadis’in kendi işlerinin yürümesi için her bir kişiye duymak istediklerini, duymak istediği şekilde söylemeyi bilen müthiş bir tiyatrocu olduğunu… Bu işlerin bazıları da kişiseldi üstelik!
Buradaki paradoks, mektupların alıcıları olan gazetecilerin, hepimizin tecrübeli olmamızdı. Yeni olsaydık belki Cumhurbaşkanının mektup ve “belgeler” göndermesinden, kendi el yazısıyla adımızı yazmasından etkilenebilirdik. Oysa gerek ben gerekse diğer meslektaşlarım başkanın ciğerinin içini biliyor durumdaydık.
Mamafih, şu noktayı da itiraf etmek durumundayım: Bu kişinin zekasına her daim hayran kalmışımdır. Tıpkı zekasına hayran kaldığım ve siyaseten görüşlerimin örtüşmesine karşın -söz konusu kişiyle siyaseten tam zıt konumdayız- yeterince takdir etmiş olmadığım kimi başka kişiler gibi… İşte tam da bu sebepten, bu denli kıvrak zekâsı varken, böyle bir paket karşısında şaşkına dönmüştüm.
Argüman ve kanıtlar olmaksızın zor ikna olan kimi köşe yazarlarının tepkilerini “idare etme” çağrısı yapıyordu! Usta işi bir iletişim yapmıştı.
Hiçbirimiz korkunç bir zekanın ürünü olan o parşömen kağıdı talep etmemiş olsak da tüm meslektaşlar şaşkınlığımızı birimize anlatıyorduk. Nikos Anastasiadis açısından bu denli garip bir hamle bizi çok şaşırtmıştı. Kaynağı belirsiz, aklımızla dalga geçercesine alınmış olan notlarla bizi ikna etmeye çalışmıştı. Diğer tarafın görüşlerine dair imgelerle alınmış notlarla bizleri ikna çabası oldukça garipti.
Peki diyalogdaki diğer taraflar ne diyorlardı? Özellikle üçüncü taraflar, bizim tarafın da çok büyük sorumluluğu olduğunu söylüyorlardı. Birleşmiş Milletler’in kamuoyuna yönelik tutumundan da bunu anlayabilirdik.
Bu mektupla ikna olmayınca hepimiz “ne çözüm olursa olsuncular” olarak yaftalanmıştık. Anastasiadis, bizleri de kendi kalemşorları gibi çöküşe şükredecek bir noktaya getirmek istiyordu.
O zaman beni en çok hayrete düşüren, kullanılan yöntemin özensizliği, ortaya çıkan panik ve rasyonellik yoksunluğuydu. Bunlar, -eski- Anastasiadis ile hiçbir şekilde bağdaşmayan niteliklerdi. Tıpkı gazetecilere dönük hakaretamiz referanslar ve saldırıların da kendisiyle bağdaşmadığı gibi…
İlerleyen yıllarda, Cumhurbaşkanı bizlere benzer ve daha kötü yaftalamalarda bulunacaktı. Bunlar açmaz ve paniğin göstergeleriyle at başı gidiyordu. Bu taktik ve başarısızlığın yanı sıra, ortaya çıkan eleştiriye karşı, anında tahammülsüzlük, bir zamanlar siyasi sahnedeki -erdemleri olmasa da- yetenekleri ile öne çıkan bu kişinin gündelik halleri haline gelmişti.
Birbiri ardına kötü değerlendirmeler ve bir çıkmazın ardından başka bir çıkmazın gelmesiyle, Nikos Anastasiadis karşıtlarını ikna etmek için gitgide daha fazla demagojiye ve ilkel siyasi içgüdülerine meyledecekti. Fakat bu yollarla kimse ikna olmayacaktı.
Bu durum, kendisini hızla yokuş aşağı sürüklemiştir ve halen sürüklüyor. O sürüklendikçe, hepimizin onun yeteneklerine ilişkin düşüncesi de git gide uzaklaşıyor, düşüyor. Maalesef, kendisiyle birlikte memleket de yokuş aşağı sürükleniyor, Kıbrıs sorununda sürekli mağlubiyetler, darbeler geliyor. Bunlar da daha yoğun panik yaratıp daha da trajik hatalara sebebiyet veriyor.
Crans Montana ertesindeki günlerde en mühim argümanı, bizim hiçbir hususta suçlu olmadığımız ve iyi bir çözüm karşılığında bile olsa herhangi bir şekildeki Türk garantilerini kabul etmemizin mantık dışı olduğu yönündeydi. Ve o dönemdeki çözüm iyi bir çözümdü.
Şimdi, Cumhurbaşkanı yalnız kalmış, içeride ve dışarıda başarısızlığa uğramış ve Hrisi Avgi’nin buradaki ofisinin maskotuna dönmüş halde, güya 60’a dönmeyi önerecek noktaya geldi. 60’a dönmenin anlamı, Kıbrıslı Türklerin tüm yasal ve yasal olmayan kararlarda veto haklarının olması, garantilerin muhafaza edilmesi ve daha pek çok şeydir. Anastasiadis bu sözde öneriyi, uluslararası güvenilirliğimizin sonu ve kuzeydeki ayrı yapının tanınacağı uyarının yapıldığı bir dönemde yapmıştır.
Son Ulusal Konsey’de, Mağusa’ya yönelik tepki olarak Derinya barikatının “sembolik” kapatılmasını bizatihi önermiş olan Nikos Anastasiadis, eminim ki savunma çizgisini şu şekilde geliştirecektir: Biz Kıbrıslı Türklere -bizim ellerinden aldığımız- 1960 ayrıcalıklarıyla gelmelerini söyledik, ama onlar başka devlet istiyorlar.
Uluslararası olarak, hatta 1977 yılından itibaren iki kesimliliği kabul etmiş halimizle onu kimse ciddiye almayacak. Sadece Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kendisine tapan aşırı sağı ve her anlamda kılını kıpırdatmayanları toparlayacak. Bu, onun tek başarısı olacak.
Crans Montana sonrası Nikos Anastasiadis’in neden bu hale geldiğini bilmiyorum. Bu denli kendi kendisinin gölgesi haline mi gelmiştir? Yoksa basitçe artık kendi işleri ve parti işleri dışında bir şeyle ilgilenmiyor mu? Bildiğim şeyse, onun yokuş aşağıya sürüklenişiyle memleketin yokuş aşağıya sürüklenmesinin birbirine bağlı olduğudur. Ve bu beni çok korkutuyor.
* (Çeviri: Çağdaş Polili / Bu yazı ilk kez Politis gazetesinde yayınlanmış ve özgün çevirisi yazarın izniyle YENİDÜZEN’de paylaşılmıştır.)