1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (1)
Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (1)

Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (1)

Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (1)

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
[email protected]

Kıbrıs Türk toplumu modern zamanlara korku toplumu olarak adım attı. Kıbrıs Rum toplumu modernleşme sürecinde dinamik çıkışlarla ilerlerken, Kıbrıs Türk toplumu köylü toplumların bütün özelliklerini bünyesinde barındırıyordu. Eşitsiz modernleşme sonucunda Kıbrıslı Rumların gerisine düşen Kıbrıslı Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun ada yönetimini Büyük Britanya’ya terk ettiği 1878 yılından itibaren tam bir var oluş endişesi içine sürüklendi. İmparatorluk giderek daha çok toprak kaybederken, Kıbrıslı Türklerin endişeleri de artarak büyüdü. Osmanlının “koruyucu eli” geri çekildikçe, ekonomik bakımdan geri kalmış, önemsiz bir topluluk olarak ortaya çıkan Kıbrıs Müslümanları, geleceğini sömürge yönetimine sığınmakta arıyordu. Özellikle Lefkoşalı aydınlar arasında tartışılan en temel konulardan biri, Kıbrıs Rum toplumunun dinamik yükselişi ve milliyetçi çıkışları karşısında neler yapılacağı yönündeydi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kıbrıs Rum toplumu Self-determinasyon/ Enosis talebi ile hareketlenince, Kıbrıs Türk tarafı Self-determinasyon/Enosis talebine karşı çıkıyor ve siyasal eşitlik talep ediyordu. 1956 yılının sonuna geldiğimizde statü mücadelesinde yepyeni bir aşamaya geçildi. Türk tarafı İngilizlerin teşvikiyle adanın bölünmesini gündeme getirecek ve Büyük Britanya da görünüşte buna destek verecekti. 1956 yılının sonunda Türkiye’yi ziyaret eden sömürgeler bakanı Lennox-Boyd, Adnan Menderes ile yaptığı görüşmenin ardından Taksim tezine kapıyı açan ilk resmi açıklamayı yaptı. Açıklama şöyleydi: “Adanın statüsü konusunda Majesteleri Hükümeti self-determinasyon ilkesini kabul ettiğini hâlihazırda bildirmiş bulunuyor. Uluslararası koşullar ve stratejik durum el verdiğinde özerk yönetimin tatminkâr bir şekilde işlemesi koşuluyla, Majesteleri Hükümeti self-determinasyonun uygulanmasını gözden geçirmeye hazır olacaktır. Gözden geçirme zamanı geldiğinde, yani bu koşullar yerine geldiğinde, Majesteleri Hükümetinin amacı Kıbrıs’ın özel koşullarında self-determinasyon uygulamasının Kıbrıslı Türklere de Kıbrıslı Rumlardan daha az olmamak üzere kendi geleceğine serbestçe karar verme özgürlüğünü sağlamak olacaktır. Başka bir deyişle, Majesteleri Hükümeti böylesi karma bir nüfusun self-determinasyon hakkını kullanmasının, başka seçenekler kadar, taksimi de içermesi gerektiğini kabul ediyor. Majesteleri Hükümeti sorunun uluslararası boyutu konusunda Türk ve Yunan hükümetleriyle yakın temas içinde olacaktır”.

Büyük Britanya bu açıklamayla ilk defa “iki ayrı self-determinasyon hakkından” söz ediyordu ve bunun olası sonuçlarından biri olarak Taksim tezini kabul edebileceğini duyuruyordu. Aslında, Büyük Britanya Taksime “evet” derken daha çok taktiksel bir açılım yapıyordu ve Kıbrıslı Rumları Enosis talebinden vazgeçirmeyi amaçlıyordu. Türk tarafı, İngilizlerin tutumunun taktiksel bir yaklaşım olduğundan bihaber, Taksim açıklamasından son derece memnun olmuştu. Kıbrıslı Türk yukarı sınıfı için Taksim fikri arayıp bulamadığı bir “nimet” gibiydi. Taksim, Kıbrıslı Rumlarla bir arada yaşamanın yarattığı korku, kaygı ve endişelerden bir çırpıda kurtulmak için adeta sihirli bir sözcüktü. Çünkü Kıbrıs Rum “damgalı” Kıbrıs modernitesinde konumları oldukça silikti. Rekabet edici ekonomik güç ve toplumsal sermayeden yoksundular. İşte, Taksim bütün bu sorunlara radikal bir çözüm getirecekti! Ne Kıbrıslı Rumlarla eşitlik mücadelesi, ne de modernleşme sancısı! Taksim, Kıbrıs Türk toplumunu Enosis tehdidi kadar, esaslı bir endişeye dönüşen “modernleşme sancısından” da kurtaracaktı. Nitekim 17 Ocak 1957 tarihli Hürsöz gazetesi Taksimin “erdemlerini” şu sözlerle anlatıyordu: “Ada ikiye bölündüğü, Türk cemaati kendi kısmında yerleştiği zaman, ithalat, ihracat, fabrika ve buna benzer diğer iktisadi inkişaflar hep kendi elimizin altından çıkacak ve bundan da cemaatimiz büyük faydalar sağlayacaktır. O zaman milli sermayenin, milli iktisadiyatın manasını daha iyi anlayacak, çok daha iyi takdir edeceğiz. Temennimiz adanın taksim işinin süratle inkişaf ettirilmesi ve en kısa zamanda bunun tamamlanmasıdır”.

Türk tarafı 1957 yılına Taksim heyecanı içinde girdi. “Ya Taksim ya Ölüm” mitingleri birbirini izledi. Bundan böyle tek bir amaç vardı: Adanın bölünmesi! Dr. Küçük, 35. enlem esas alınarak adanın bölüneceğinden söz ediyor, yer değiştirecek nüfus için göç planları hazırlanıyordu. Haritalarda Kıbrıs artık “kuzey” ve “güney” olarak ikiye bölünmüş olarak resmediliyordu.

“Bir arada Yaşayamayız” Efsanesi

Taksim fikri ile birlikte Kıbrıs Türk elitleri o tarihe kadar verdikleri “eşitlik” mücadelesinin ötesine geçerek, iki toplumun bir arada yaşayamayacağını ileri sürmeye ve ayrılma/bölünme fikrini ön plana çıkarmaya başladılar. Bunun en açık kanıtı, Kıbrıs Türk liderliğinin o tarihe kadar eşitlik mücadelesi çerçevesinde ele aldığı belediyeler konusunda 1957 yılının başında tavrını değiştirmesiydi. Şimdi eşit temsil değil, ayrı ve bağımsız Türk belediyelerin kurulması talep ediliyordu. Ayrılıkçı milliyetçiliğin yükselişe geçtiği bu dönemde hayatın bütün alanlarına ayrılıkçı politikalar damgasını vurdu. 1955-57 arasında Kıbrıslı Türkler saldırıya uğramadıkları halde Kıbrıs Türk liderliği “iki toplumun asla bir arada yaşayamayacağını” dile getiriyordu ve bu iddiayla ülkenin bölünmesini talep ediyordu. Yanlış ve asparagas haberlerle Kıbrıslı Türklerin “katledildiği”, ya da “katledileceği” yayılıyordu. Taksim olmazsa Kıbrıslı Türklerin adayı “terk edeceği” veya “yok olacağı” sistematik olarak dile getiriliyordu. Dr. Küçük, özellikle Türkiye’de yaptığı konuşmalarda sık sık Kıbrıslı Türklerin “katliama uğradığından” ya da “uğrayacağından” söz ediyordu. 1955 yılında Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin Kıbrıs Türk liderliği ile işbirliği içinde yaydığı yalan katliam haberi (28 Ağustos’ta Türklerin katledileceği yalanı), 6/7 Eylül Olaylarına zemin hazırladı. Bu tür örnekler oldukça fazladır. Örneğin, Melandra cinayeti yalana dayalı kampanyaların en açık örneklerinden birini oluşturuyordu. Kıbrıslı Türklerin “topyekûn bir saldırı” ile karşı karşıya olduğunu ileri süren Kıbrıs Türk liderliği, Melandra’da sıradan bir “namus cinayeti” işlendiğini bildiği halde bu olayı Taksim tezine hizmet etmek amacıyla işlevselleştirmekten çekinmiyordu.

Kıbrıs Türk liderliğinin iki toplumun bir arada yaşayamayacağına dair ileri sürdüğü görüşler o kadar abartılıydı ki, sömürge yönetimi bile bu iddialara karşı tepki gösterme ihtiyacı hissediyordu. Vali Harding, 12 Mayıs 1957 tarihinde Dr. Küçük ile yaptığı bir görüşmede Dr. Küçük’e karşı oldukça sert sözler sarf etmişti. Dr. Küçük’ün Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların barış içinde yaşayamayacağına dair sözlerinin “tehlikeli” ve “tahrik edici” olduğunu belirten Vali Harding, kendisinin bu görüşe katılmadığını, bu görüşün “yanlış” ve “abartılı” olduğunu, liderliğin bu türden açıklamaları karşısında toplumun bunu doğru kabul edip, buna göre davranacağını, bunun da toplumlar arası şiddete yol açacağını belirtiyordu. Harding, Dr. Küçük’e “dost acı söyler” anlamına gelebilecek sözler söyleyerek, bu türden açıklamalar yapmaktan vazgeçmesini talep ediyordu. Fakat Taksime gitmenin en iyi yolunun iki toplumun bir arada yaşayamayacağını “kanıtlamakta” gören Dr. Küçük, bildiği yolda yürümeye devam ediyordu. 1957 yılının sonunda fotoğraflı bir broşür hazırlayarak iki toplum arasındaki düşmanlığı 1902 yılına kadar geri götürecek kadar “ileri” gitti. Broşürde dile getirilen asılsız iddialar sömürge yönetimini kızdırmış olacak ki, Dr. Küçük’e baskı uygulayıp broşürün dağıtılmasını engelledi. Vali-Vekili, Taksim fikrini yaymak için yayınladığı propaganda broşürü yüzünden Dr. Küçük’ü uyararak, bu tür tahrik edici yayınlara devam etmesi halinde mahkeme önüne çıkarılacağını söyledi. Bunun üzerine, Dr. Küçük broşürü toplatacağına dair söz verdi.

Taksim politikası sadece abartılı ve asılsız haberlerle desteklenmiyordu. Husumet ortamının oluşması ve iki toplum arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi için yoğun çaba sarf ediliyordu. Etnik gruplar arasında husumetin oluşması Taksim tezinin meşruiyeti için olmazsa olmaz sayılıyordu. Bu yüzden, Kıbrıs Türk liderliği bilinçli bir husumet politikası izliyordu. İzlenen husumet politikası bir yandan etnik şiddete, diğer yandan da toplum-içi şiddete yol açmıştı. Açıkçası, Taksim, iki toplumun bir arada yaşayamadığından ortaya çıkan “zaruri bir sonuç” değil, iki toplumun bir arada yaşamasına son vermeyi hedefleyen, planlanmış ve projelendirilmiş, örgütlü bir politikanın ürünüydü. Başka türlü söylersek, Taksim, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, yaşanan gerilim ve çatışmaların “sonucu” değil, tıpkı silahlı Enosis mücadelesi gibi, iki toplumun ilişkilerinin gerilmesine yol açan başlıca nedenler arasında yer alıyordu.

(Devam edecek)

Bu haber toplam 1433 defa okunmuştur
Gaile 349. Sayısı

Gaile 349. Sayısı