Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (4)
Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (4)
Niyazi KIZILYÜREK
[email protected]
KKTC’nin ilanından sonra Rauf Denktaş ayrılıkçı siyasetini daha da tırmandırdı. Müzakere masasında kısa bir süre daha federasyonun arkasına saklanarak konfederasyon görüşmeye devam ettikten sonra, federasyon maskesini çıkararak açıkça iki devletli çözümden bahsetmeye başladı. Nitekim 1988 yılında iktidara gelen Yorgos Vasiliu’ya iki devletli konfederasyonu savunduğunu itiraf edecekti. Vasiliu, bunun Yüksek Doruk anlaşmalarına ve BM kararlarına aykırı olduğunu söyleyince, Denktaş “siz Rumlar on sene geriden geliyorsunuz... Doruk anlaşmaları imzalandığı zaman devletimiz yoktu, şimdi var” diyecekti.
Denktaş’ın iki devletli çözüme yönelmesi Kıbrıs müzakerelerini iyice çıkmaza mahkum etti. Zaman, Kıbrıs Sorununda hiçbir ilerleme olmadan akıp gidiyordu. Denktaş’ın istediği de bu idi. Zaman akıp gittikçe ayrılıkçı yapılar kök salacak ve ülkenin kalıcı olarak bölünmesi sağlanacaktı. Kıbrıs Türk toplumunun yaşadığı açmazlar, KKTC’nin ilanı yüzünden maruz kaldığı ambargoların yarattığı ekonomik sıkıntılar, Denktaş’ın Büyük Ülküsü karşısında “küçük meseleler” sayılıyordu. Fakat gün gelecek, “küçük meselelerden” büyük bir başkaldırı doğacaktı...
Kuşkusuz, ayrılıkçı politikaları sadece Denktaş’ın tutku ve saplantılarıyla anlatamayız. Şurası bir gerçektir ki, Denktaş’ın ayrılıkçı politikaları işin başında Kıbrıs Türk toplumunun onayı ile hayata geçiriliyordu. Kıbrıs Türk toplumu çeşitli politika ve uygulamalarla ayrılıkçı yapılara entegre ediliyordu. Savaştan hemen sonra kovulan Kıbrıslı Rumların yerlerine hummalı bir çalışmayla Türkçe isimler verilmişti. Bu toponomi politikasının amacı, silah zoruyla açılan mekânı “vatanlaştırmak” ve Kıbrıslı Rumların izlerini silmekti. Önceleri bir komutanın ağzından çıkan bir sözcük bir köyün yeni adı olurken, daha sonra disiplin içinde çalışan komiteler devreye girmişti. Kuzey Kıbrıs coğrafyasını “vatanlaştırma” yer adlarını değiştirmekle sınırlı değildi. Türk milliyetçiliğinin sembolleri dağa taşa yerleştiriliyor, her tarafta Türk bayrakları, Atatürk heykelleri dikiliyordu. Açıkçası bir “ülke” (territory) inşa ediliyordu. Territory kavramının etimolojik kökü olan Territorium kavramının gerekleri yerine getiriliyor, “içine girilmesi izne tabi olan bölge” yaratılıyor ve yabancılar korkutularak dışlanıyordu. Coğrafya üzerinde yapılan bu “mühendislik” sonucunda ülkenin “sahibi” ile “yabancılar” birbirinden ayrılıyordu. Kıbrıslı Türkler mekânın “sahibi” olurken, Kıbrıslı Rumlar “yabancı” sayılıyordu.
Etnik bir grup olarak Kıbrıslı Türklerin “topraklandırılması” siyasal olarak kısmen homojen bir toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştı. İdeolojik ve siyasal görüş ayrılıkları, Kıbrıslı Türklerin adanın kuzeyinde ayrı bir bölgede toplanması ve kovulan Kıbrıslı Rumların topraklarına el konulması noktasında sona eriyordu. “Topraklandırma” kolektif bilinci belirleyen bir ortam yaratmıştı ve bu da ayrılıkçı milliyetçiliğin toplumun en geniş kesimleri arasında adı konmayan bir konsesüs oluşturmasına neden oluyordu. Uzun yıllardan beri tahayyül edilen “pür etnik dünya” şimdi Kıbrıslı Türklerin ayakları altındaydı. Her tarafa bayraklar çekilip anıtlar dikiliyor ve Kuzey Kıbrıs etnik sembollerle süsleniyordu.
Ne var ki, bu süreçte Kıbrıslı Türkler aynı zamanda derin bir yabancılaşma içine sürüklenecekti. Artık kurallarını kendilerinin koymadığı bir dünyada yaşıyorlardı. Uluslararası hukukun, ticaretin ve politikanın dışında kalan Kıbrıslı Türkler bir yandan olağanüstü hâl toplumuna dönüşürken, diğer yandan da Türkiye’ye tam bağımlı hâle gelmişti. Giderek daha büyük oranda “hesap-dışı” kalıyor, kendisini ilgilendiren bütün süreçlerin “dışarısında” bırakılıyordu. Özne olamayan, “Adam” yerine konulmayan Kıbrıslı Türkler, geçmişte Kıbrıs Rum milliyetçiliğinden kaynaklanan meydan okumalar karşısında onuruna sahip çıkıp direnirken, şimdi haysiyet yarası içinde kıvranıyor ve kendisine yüklenen “düşkün soydaşlar topluluğu” rolünden çıkıp aktif yurttaşlar toplumuna dönüşemiyordu. Yakın geçmişte “görünür” olmak için şiddete başvurmayı bile göze alan Kıbrıslı Türkler şimdi iyice görünmez olmuşlardı. Özne olması engellenen ve kendi kendini yönetme imkânına kavuşamayan Kıbrıslı Türkler, 1974’te kapıldıkları ayrılıkçı heyecanı, zaman içinde terk edecek ve çıkış yolları arayacaktı.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dışlayıcı yaklaşımı ve Rauf Denktaş’ın soy kökenli ötekileştirici politikaları Kıbrıs Türk toplumunda o tarihe kadar sol hareketin alameti farikası sayılan “barış” ve Kıbrıslı Rumlarla ortak yurt” şiarlarının geniş kesimler tarafından kabul görmesine yol açtı. 1990’lı yılların ortasına geldiğimizde ayrılıkçı rejimin temelleri iyice sallanmaya başlamıştı. Ekonomik açmazlar, göç, ötekileştirme, dışlama, Türkiye’nin Denktaş’tan başka hiç kimseyi yeteri kadar “Türk” saymayan yaklaşımı, Kıbrıs Türk toplumunu Türk milliyetçiliği paradigmasının dışına çıkmaya itti. Bir zamanlar Kıbrıs ülkesinden “kaçan” ve ayrı ve etnik olarak pür bir diyarda yaşamayı arzulayan Kıbrıslı Türkler şimdi Kıbrıs’a “kaçıyor”, geleceklerini Kıbrıs’ın bütünlüğünde ve ortak yurt kavramında arıyorlardı. Tam da bu dönemeçte Kıbrıs’ın AB üyesi olmaya yönelmesi, kendilerini “Batılı” olarak gören Kıbrıslı Türkleri daha da heyecanlandırdı. “İtici” rejim ile “çekici” AB, Kıbrıslı Türkleri kitleler hâlinde ayrılıkçı rejime karşı harekete geçmeye itecekti. Bu aynı zamanda ayrılıkçı Türk milliyetçiliğinin büyük bir yenilgi almasını simgeleyecekti.
(Devam Edecek)