1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Bölünmüş başkentimiz Lefkoşa’dan hatıralar: Anneciğimin “Rosto”su… (1)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Bölünmüş başkentimiz Lefkoşa’dan hatıralar: Anneciğimin “Rosto”su… (1)

A+A-

Rahmetlik anneciğimle rahmetlik babacığım, ne zaman bir aşçıya ya da lokantaya gitseler, eğer babam yedikleri yemeği çok beğenmişse, hemen aşçıyı masaya çağırarak şöyle dermiş:

“Bizim için pişirdiğin yemeği çok beğendim… Çok teşekkür ederim… Lütfen sevgili eşime bu yemeği nasıl pişirdiğini tarif et ki evde bana yapabilsin…”

Annem Türkan Uludağ, her zaman bizim için pişirdiği değişik yemekler hakkında bunu anlatırdı… Lefkoşa’nın Tahtagala mahallesinden çok yoksul bir aileden gelen annem, o meşhur “Rosto”sunu işte böyle öğrenmişti…

Hem Kıbrıslıtürk, hem de Kıbrıslırum aşçıları ve lokantaları ziyaret ederlerdi… Abim Alper Uludağ’a göre, bunu ailece de yaparlardı ancak bazı geceler annemle babam yalnız ikisi yemeğe çıkarlardı… Abime göre, babam Niyazi Uludağ, son derece romantik birisiydi…

“Mesela” diyor abim, “küçük lacivert bir parfüm şişesi buldun mu annemizin eşyaları arasında? Üstünde Chanel 5 yazıyordu…”

 

BEYRUT’TAN İPEK PİJAMALAR…

Böyle bir şişe bulduğumu hatırlamıyorum ancak babacığımın annem için Beyrut’tan ipek pijama takımları getirttiğini hatırlıyorum. Bu pijamalar küçük bir ipek bohçacığın içerisine katlanıp konulabiliyordu – böylelikle seyahate çıkılacağı zaman, taşıması da çok kolaydı… Pijama takımının bir de ipek sabahlığı vardı, aynı desenden… Beyrut o zamanlar “Ortadoğu’nun Paris’i” addediliyordu… Beyrut’a gidip gelen tanıdıklarımız olduğunu, bunlarla babamın anneme çeşitli hediyeler getirttiğini, bunlar arasında şarap rengi, çok güzel bir broşun olduğunu da hayal meyal hatırlıyorum…

 

KELLE-PAÇA’YI AŞÇI SALİH’TEN ÖĞRENMİŞ…

Abime göre annem “kelle paça” tarifini de Aşçı Salih’ten öğrenmişti… Henüz ben doğmadan önce, kış gecelerinde zaman zaman Aşçı Salih’e giderlermiş ailece, kelle-paça yemeye veya çorba içmeye… Aşçı Salih’in o zamanlar dükkanı Arasta’dan Ayasofya’ya giden yol üzerinde, Helvacı’dan birkaç dükkan aşağıdaymış…

Eminim ki Kıbrıslırum lokantalarına gittikleri zaman ve babam aşçıyı masaya çağırdığı zaman, imkanı yok, onun bir Kıbrıslıtürk olduğunu anlayamazlardı çünkü babamın Rumcası mükemmel bir Rumca’ydı – Lefkonuk’ta Kıbrıslırumlar’ın okullarında okumuştu ve öğretmenler diğer öğrencilere, “Utanın be! Niyazi’ye bakın! O bir Kıbrılsıtürk ve Rumcası sizden çok daha iyi! Mükemmel!” diye kızıyorlardı…

 

ÜÇ DİLE HAKİM BİR AİLE…

Babacığım Hüseyin Niyazi Sami – sonraları Niyazi Uludağ olarak bilinecekti – önüne Rumca bir metin koyup bunu herhangi bir sözlüğe bakmaksızın İngilizce’ye veya Türkçe’ye çevirebiliyordu… Bunu çok iyi hatırlıyorum… Büyük daktilosunun üstüne eğilip çeviri yaptığı günleri yani… Babam Türkçe, Rumca ve İngilizce’yi mükemmel biçimde okuyup yazıyordu. Annem Türkan Uludağ da üç dile hakimdi çünkü Kıbrıs’ta o günlerde üç dile de hakim olmak gerekiyordu. Ablam İlkay Adalı ve abim Alper Uludağ da, her ikisi de üç dile de hakimdiler…

 

ŞİDDET YOLUYLA BÖLÜNEN BİR ŞEHİR…

Ailede bu konuda en talihsiz bendim çünkü 1958’de, artık iki toplumlu çatışmaların ve fasariyaların iyice kaynamaya başladığı yılda doğmuştum ve insanlar daha o günlerden farklı bölgelerde yaşamaları için zorlanmaktaydı – karma mahalleler şiddet yoluyla ve provokasyonlarla bölünüyor, insanlar kendi şehirlerinde taşınmaya, göçmen olmaya zorlanıyordu… İnsanlar dövülüyordu, hatta öldürülüyordu, böylece o bölgenin etnik popülasyonu korku içerisinde, kendi etnik toplumlarının bulunduğu mahallelere doğru kaçıyorlardı…

 

TANTİ’NİN MAHALLESİ, AYLUGA, ÖMERGE…

Tanti’nin Hamamı’nı inşa ettiren meşhur Tanti kandırılarak böylesi bir provokasyonla öldürülmüştü – maksat o mahalleyi, Kıbrıslırumlar’dan, Kıbrıslıermeniler’den ve Kıbrıslımaronitler’den temizlemekti – maksat, Tanti’nin Mahallesi’nin yalnızca Kıbrıslıtürkler’den oluşturulmasıydı… Tanti, yalnızca hamam inşa ettirmemişti, aynı zamanda Lefkoşa’nın işçi sınıfının ucuza kalabileceği evcikler de inşa ettirmişti bu mahallede… Bu işçilerden bir kısmı kendilerine çeşitli isimler takan (örnek “Kara Çete”) bazı çeteci Kıbrıslıtürkler tarafından ezilip elenecek, dövülecek, kimileri iş yapamaz hale getirilecekti. Maksat, mahallelerde “etnik temizlik” yürütmekti…

Aynı şeyi Ayluga mahallesinde de tekrarlayacaklardı… Bu mahallede de yüzyıllar boyunca farklı kültürlerden insanlar birlikte yaşamaktaydı… Gene bu mahallede farklı etnisiteden insanlar dövülecek, taciz edilecek ve mahalleyi terk etmeleri sağlanacaktı… Tıpkısının aynısı Ömerge mahallesinde de bazı Kıbrıslırum çeteciler tarafından Kıbrıslıtürkler’e yapılacak ve onlar da korku içerisinde evlerini yerlerini terk etmek ve Kıbrıslıtürkler’in daha yoğun olduğu bölgelere göç etmek zorunda bırakılacaklardı…

 

KAYMAKLI…

Ömerge’den kaçanların bir kısmı Kaymaklı’ya sığınmıştı ancak Kaymaklı da bir süre sonra yine “güvenli” bir yer olmaktan çıkarılacaktı. Burada da düğmeye basılmıştı ve provokatörler, bu bölgede kurdukları tezgahlarla, insanları göç etmeye, evlerini terk etmeye zorlayacaklardı – evler yakılmak istenecek, farklı etnisiteden işçi aileleri, bir daha geri dönmemek üzere gitmeye zorlanacaktı…

Tüm bunlar o kadar çok farklı düzeyde ve o kadar çok yerde yaşandı ki, yakın geçmişimizin bu karanlık dönemi 1950’li yıllardan başlayıp 1958’de doruğa ulaşacaktı – ben de işte o yıl dünyaya gelmiştim… Çağlayan mahallesinde, yeni evimizde dünyaya gelmiştim… Ailemize ait Ermu Caddesi’ndeki evimizi terkeden ailemiz, 1956 yılında Çağlayan’da bir arsa satın alarak bu evi yaptırmıştı… Babam, o mükemmel Rumcası’yla, Kıbrıslırumlar’la birlikte Lefkoşa Belediyesi’nde çalışıyorken, yakında Ermu Caddesi civarında hayat kalmayacağını, her şeyin altüst olacağını hissetmiş ve şimdi yaşadığımız evi Çağlayan’da yaptırmıştı…

 

ERMU’DAN ÇAĞLAYAN’A…

Ermu’daki evi 1956’da kiralayıp Çağlayan’da, bahçe içerisindeki yeni evimizde yaşamaya başlamışlardı… Annem bu bahçeye güller ekecekti, yaseminler, cezarlar, ekşi ve mandarin ağaçları, bir yenidünya, bir incir… Kuşlar, küçük süs havuzundan su içmeye gelecekti, kediler bahçeyi keşfe çıkacaktı, bir çekirge ya da bir böcek peşinde… Kelebekler gelip geçecekti bahçeden ve annemin “Kaymak tabağı” dediği zambaklara konacaklardı… Aile tarihimiz burada yazılmaya devam edecekti…

 

ÇAĞLAYAN’DA DA “ETNİK TEMİZLİK…”

Ama ben kaybetmiştim – 1958’de dünyaya geldiğimde, annemle babamın, ablamla abimin tanık olduğu, yaşadığı, farklı dilleri öğrendiği o karma hayattan eser kalmayacaktı… Çağlayan mahallesi, karma bir mahalle değildi… Yalnızca Kıbrıslıtürkler’den oluşuyordu… Bu mahallede var olan bazı Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıermeniler de, yine aynı yöntemlerle ilerleyen yıllarda kaçırılacak ve 1963’e varıldığında Çağlayan artık sadece Kıbrıslıtürkler’den oluşan bir mahalleye dönüşecekti. Babam, Çağlayan mahallesinin de böyle bir kadere sahip olacağını hesaplayamamıştı… Çağlayan’da bütün sokakların sonunda kum torbaları, paslı variller vardı artık – hiçbir sokak “öteki taraf”a çıkmıyordu, orada bitiyordu, ölüyordu sokaklar… Çağlayan bölgesi olduğu gibi büyük bir çıkmaz sokağa dönüşüyordu…

1956’da Ermu’dan kaçarak Çağlayan’a yerleşen ailemiz, yeni evimizde henüz yedi senedir oturuyorken aniden 1963’ün iki toplumlu çatışmalarıyla karşılaşıyor ve sokaklar artık korku dolu bir yere dönüşüyordu… Sanki de adamızın bir kolu ya da bir bacağı kesilmiş, parmaklarını dahi oynatamıyordu… Taksim, adım adım gerçekleştiriliyordu ve bizim yaşadığımız sokak da bölünüyordu – kum torbaları ve paslı varillerle… Bugüne kadar da hala bölünmüş duruyor Çağlayan mahallesi…

 

DOSTLUK ÖYKÜLERİYLE BÜYÜDÜM…

İşte ben böylesi bir ortamda büyüdüm, çatışmanın tam ortasında, üç dili su dere konuşabilen bir ailede, çatışmanın çok derinden etkilediği ancak savaştan ya da birbirini öldürmekten yana olmayan bir ailede – tam tersine büyürken her zaman dostluk öyküleriyle büyüdüm…

Annemden dinlediğim ilk öykülerden birisi, Kıbrıslırumlar’ın babamın konuşmasını duyunca, onun bir Kıbrıslıtürk olduğuna inanmayışlarıymış… 1944’te Mağusa’da ablam İlkay’ı dünyaya getirmeye gittikleri zaman, Kıbrıslırum nörsler anneme “Neden bir Kıbrıslırum’la evlendin?” diyorlarmış, annem de “Yok, o Rum değildir, Rumcası mükemmeldir… O bir Kıbrıslıtürk” diyormuş… Ama nörsler “Ama Rumcası o kadar iyi ki!” diyorlar ve kulaklarına inanamıyorlarmış…

Annem de o güzel gülüşüyle onlara gülümsüyormuş, o tüm yüzünü aydınlatan gülümseyişiyle… Ve nörslerle Rumca konuşuyormuş – annemin Rumcası elbette babamın Rumcası gibi mükemmel değildi ancak derdini rahatlıkla anlatabiliyordu…

21-aralik-1963-sonrasi-caglayan-bolgesi-fotograf-yiannos-yuannu-tarafindan-lefkosanin-gecmis-yillari-grubunda-paylasilmistir.jpg
21 Aralık 1963 sonrası Çağlayan bölgesi... Fotoğraf Yiannos Yuannu tarafından Lefkoşa'nın Geçmiş Yılları grubunda paylaşılmıştır...

bir-zamanlar-ayluga-mahallesi-foto-reno-wideson-tarafindan-cekilmisti.jpg
Bir zamanlar Ayluga mahallesi... Foto Reno Wideson tarafından çekilmişti...

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 1733 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar