Bölünmüş başkentimiz Lefkoşa’dan hatıralar: Anneciğimin “Rosto”su… (2)
KIBRIS’TAN HATIRALAR…
BELEDİYE İŞÇİLERİYLE HAŞIR NEŞİRDİ…
Annemden bir de babamın Kıbrıslırumlar’la dostluğuna ilişkin öyküler dinliyordum, özellikle Lefkoşa’nın eski belediye başkanı Dr. Gigi’yle dostluklarını… Lefkoşa Komiseri de babamın ahbabıydı, belediyeden de pek çok ahbabı vardı… Babamın çok iyi arkadaşları vardı, doktorlar veya belediye başkanları veya komiserler ama sade işçiler de onun can dostlarıydı, sokakları süpüren belediye işçileri, kuyuları boşaltan belediye işçileri, onun dostlarıydı… Bu işçilerin bazılarının evimize geldiğini, bizde yemek yediklerini de hatırlıyorum çok net biçimde… Babamın her sınıftan ve her etnik gruptan can dostları vardı – hiçbir ayırım gözetmiyordu, hayatın tam ortasındaydı… Bence üç dili harika biçimde konuşabilmek, ona herkesle yakın olmak gibi bir avantaj sağlıyordu… Onlarla yalnızca yakın olmuyor, onların ihtiyaçlarını ve kaygılarını da çok daha derinden kavrıyordu – böylece örneğin Lefkoşa’nın Kıbrıslıtürk belediye işçileri soğukta titiremesinler diye onlara bir bina yaptırmıştı – bu bina, halen Belediye Emekçileri Sendikası BES’in bulunduğu, Lefkoşa Polikliniği karşısındaki binadır, evimize yakın bir yerdir bu… Bir zamanlar bu binanın duvarında çerçeveli bir fotoğraf asılıydı, binanın açılışından bir fotoğrafı bu ve babamı da masada otururken görebiliyordum… Bu işçilerle içli-dışlıydı, haşır-neşirdi ve onların sorunlarını her zaman halletmeye çalışırdı…
ANNEMİN “ROSTO”SU…
Henüz ben doğmadan, şehir ikiye bölünmeden, babamla birlikte gittiği Kıbrıslırum lokantalarında bir aşçıdan alıştığı “Rosto”, annemin özel yemeklerinden biriydi…
Annem meşhur “Roast Beef”ini yani “Rosto”sunu, fırında değil gazocağının üstünde bir tencerede pişirirdi… Herhalde ona tarifi veren aşçı da böyle yapmaktaydı çünkü rosto, bildiğim kadarıyla genelde fırında pişirilen bir yemek ancak annemin yaptığı şekle bugüne kadar pek rastlamamış olduğumu da belirtmeliyim… Annemin “Rosto”su, son derece lezzetliydi… İçine eklediği malzemeden ve uzun ve yavaş pişirme şeklinden kaynaklanıyordu bu herhalde…
Önce et dövmeye yarayan bir topuzla eti yice döverdi – daha buttan bir et olurdu bu, kemiksiz, yalnızca et… Et topuzunun iki farklı yüzünde, farklı şekiller vardı – eti dövme işlemi, eti yumuşatmaya yarıyordu…
Sonra eti yıkıyor ve Prestige marka düdüklü tenceresine koyuyordu – düdüklünün kapağını kullanmayacak olsa dahi, rostoyu bu tencerede yapmayı severdi çünkü tencerenin altı bir parmak kalındığında çeliktendi… Sonra ete iri parçalar halinde soğan, havuç, kereviz, domates ve birkaç dal defne yaprağı ile yağ ekliyordu… Tuz ve biber ile su da ekledikten sonra üç saat boyunca kısık ateşte rostoyu böyle ocağın üstünde pişiriyordu… Tüm ev, rostonun kokusuyla doluyordu… Rostonun suyundan bir miktar ayırıp bununla çok lezzetli bir pirinç pilavı yapıyordu… Üç saatin sonunda, rostonun suyu alındıktan ve geriye kalan da suyunu iyice çektikten sonra, anneciğim rostoya tereyağı ekliyor ve çevire çevire rostoyu bu tereyağında kızartıyordu – et daha parlak ve daha lezzetli olsun diye yapıyordu bunu…
Rosto, ailenin Pazar öğle veya akşam yemeği oluyordu…
HORLAMA, TACİZ VE TEHDİTLER…
Ben henüz yedi yaşımdayken babam vefat etmişti – kalbi kırık biçimde bu hayata veda etmişti, bir kalp kriziydi görünürde ölüm nedeni ancak kalbini kıran, Kıbrıslırumlar’la dostluğundan ötürü “Teşkilat” tarafından yaşadığı horlama, aşağılama, taciz ve tehditlerdi… Esas ölüm nedeni bence buydu, başka bir şey değil… Yaşadıklarını hazmedememiş, kalbi buna dayanamamıştı…
Ailemizin çektiği cefalar, babamın ölümüyle birlikte bitmeyecek, artarak devam edecekti…
Anneciğimle yalnız kalmıştık evde – babam ölmüştü, abim Ankara’da üniversite eğitimine devam ediyordu, ablam evlenmiş, gene Çağlayan bölgesinde oturuyordu… Annemle yalnızdık…
Ailemizin o eski güzel, görkemli günleri çoktan sona ermişti – zaten ben hiçbir zaman o güzel görkemli günleri yaşamamıştım ki, annemden hep bunların öykülerini dinleyebilmiştim ancak…
ANNEMİN ROSTOSU, ABLAMLAR İÇİN PİŞİYORDU…
Anneciğim gene de hayata dört elle sarılıp beni yetiştirmeye koyuldu… Ailemizi bir arada tutmak için elinden geleni yapıyordu…
Ayda en az bir kez rosto yapıyordu, bizim için değil, ablamlar için – birlikte yiyip muhabbet edebilmemiz için…
Meşhur rostosunu ablamın ailesi için pişiriyordu, suyuna pilavı da yapıyordu, bunları alıp bizim arka sokaklarımızdan birinde oturan ablama gidiyorduk ve birlikte yiyorduk. Ya da ablamlar çoluk çocuk toplanıp bize geliyorlardı, annemin meşhur rostosunu yemeye… Ablamın eşi, rahmetlik eniştem Kutlu Adalı da ilerleyen yıllarda bu horlama, taciz ve tehditlerden payını alacak ve 1996’da evinin önünde kurşunlanarak öldürülecekti… Ama henüz bunu hiçbirimiz bilmiyorduk… Kutlu Adalı, şarap rengi Consul marka arabasına ablam İlkay Adalı’yı, evlatçıkları Kut, İl ve Er’i doldurup bize getiriyordu – mutfaktaki büyük, yeşil masanın etrafına oturup rosto ve pilav yiyorduk birlikte… Veya bumbar yiyorduk, annemin bir diğer özel yemeğiydi bumbar… Ya da büyük, yeşil masada kurabiye yapıyorduk, çoluk çocuk birlikte: Annemin gözetiminde yapılan bu kurabiyeler arasında kurabiye bebekler de vardı… Bir kibrit çöpünün tersiyle kurabiyelere göz, burun, ağız koyuyorduk… Kurabiyeler fırında pişiyor, evi o tatlı kokusu kaplıyordu… Ablamlar için pişen yemekler hep güzel, sevgiyle pişirilen yemeklerdi… Anneciğim üç kuruşluk maaşını hep yiyeceğe yatırıyordu…
“Can bağızdan gelir” derdi bana, “yiyeceğinden kesersan, doktora verin o parayı zaten…”
Bu yüzden ne yapar yapar, ayda en az bir defa o meşhur rostosunu yapardı ve yerdik…
Artakalan rostoyla ertesi günü de anneciğim benim için rostolu sandviçler yapıyordu, bunları okula götürüyor ve öğle yemeği olarak yiyordum… Bu harika rostolu sandüviçlerin tadını hala hatırlıyorum… Sıkıcı, düz sandviçler değildi bunlar, insana heyecan veriyordu annemin rostolu sandviçleri çünkü son derece lezzetliydiler…
O günler gerçekten yavaş pişirilen, son derece lezzetli yemeklerin dönemiydi…
“BU DUVARLARIN AĞZI-DİLİ OLSAYDI…”
Anneciğim bana bütün bir kuzucuğu nasıl pişirdiğini de anlatırdı… Ben onun bütün kuzu pişirdiğine hiç tanık olmadım, yalnızca öykülerini dinledim ve bana bu konuda bir tarif bile bıraktı. Çünkü ben büyüyünceye kadar babam çoktan taciz edilmiş, hapse sokulmuş, hastalanmış ve sonra da ölmüştü genç yaşında… Babam öldükten sonra da devam eden tacizler ve baskılar, fırında kuzu pişirmeyi düşünmeyi bile mümkün kılmıyordu… Ben hiç fırında kuzu pişirildiğini görmedim bu evde… Ancak anneciğim, “Bu duvarların ağzı dili olsaydı, konuşabilselerdi, sana pişirdiğim o yemekleri kaç kişinin yediğini, bazan da fırında kuzu yaptığımı anlatacaklardı” diyordu.
Annemin tarifine göre önce kuzunun boynunu kesiyor ve bunu dikiyor, aynı şekilde karnını da dikiyordu kuzucuğun… Pirinçleri yıkıyor ve kuzunun ciğerini kavurarak ve pirinç, rendelenmiş soğan, tuz, bahar, biber, sünüber veya badem ve kişniş ekleyerek bir pilav yapıyordu tereyağında. 15 dakika süreyle kaynar suda bu karışımı bekletip, kuzunun karnını bu ekzotik karışımla dolduruyor ve dikiyordu. Sonra bir saat süreyle kuzuyu kaynatıyor, sonra da kuzuyu tereyağıyla kaplayıp defne yapraklarıyla fırına sürüyor ve kızartıyordu… Kuzuyu patatesle sunuyordu… Bunu da bir Kıbrıslırum aşçıdan öğrenmişti ve konukları için zaman zaman bunu pişiriyordu…
Babam yeme-içmeciydi, bu yüzden annemin mutfağı için gerekli olan her tür araç gereci alıyordu… Annemin rosto ya da bütün bir kuzucuğu sığan kayık tabakları vardı, bunları ona babam armağan etmişti… Ben de bu tabakları hala kullanıyorum, annemle babamın hatırasına…
BİZDEN ÇOK DAHA KÖTÜ DURUMDAKİ İNSANLARI ANLATIRDI HEP…
Yiyecek akrabaları, dostları, toplumları bir araya getiriyordu… Yeme-içme, çok temel birşeydi, hızla pişirilen “fast food”dan söz etmiyorum, annemin üç saat boyunca pişirdiği rosto gibi yemeklerden bahsediyorum…
Vaktini, enerjisini ve sevgisini koyuyordu yemeğe, kaliteli malzemeler kullanıyordu… İş yiyeceğe geldi mi, hiçbir zaman kestirmeye kaçmıyordu – bizimle de öyleydi… Tüm sevgisini biz çocuklarına, torunlarına, kedilerine, kuşlarına, çiçeklerine, ağaçlarına veriyordu… Korkuyla yaşanan bu çatışmalı, ikiye bölünmüş, insanların şiddetli bir rüzgarla savrulur gibi oraya buraya savrulmuş hayatlarıyla bu adadaki manasız hayata bir anlam katmaya çalışıyordu…
Her zaman elindekilere müteşekkir oluyordu ve müteşekkir olmamız gerektiğini söylüyordu bana – çünkü bizden çok daha kötü durumda olan hayatlar vardı… Evsiz insanlar vardı, başlarını sokacak bir damı olmayan insanlar vardı, çok fakir insanlar vardı, doğru düzgün bir tabak yiyeceğe ulaşamayan insanlar vardı… “Şükret” derdi bana, tüm hayatı boyunca bunu söylerdi, “Elinde olanlar için şükret…”
Yaşadığı sürece sevgili babam da, anneciğim de, ellerinde ne varsa mutlaka paylaşırlardı – insanın ne kadar parasının olduğu, ne kadar zengin olduğu önemsiz, eğer paylaşmasını biliyorsanız, bu kültürünüzün bir parçasıysa, hiç paranız olmadığı hallerde dahi, paylaşacak birşeyler bulursunuz mutlaka… Anneciğim bana her zaman paylaşmayı öğretmişti…
Ve hayatı yaşanacak kadar eğlenceli hale getiriyordu anneciğim! Yıldızlara işaret ediyordu, çiçekleri gösteriyordu, küçük çekirgeyi ve örümceği, Peygamber Devesi’ni, kedileri, ağaçlarımızda kuğuldayan kumruları…
Leymonadda yapıyordu, dolma sarıyordu, keyik yapıp içine bir şilin saklıyordu, bulalım ve mutlu olalım diye – hayatın sihirbazıydı o, yaptığı sevgi dolu numaralarla çatışmaları, sorunları unutmamızı ve en azından elimizdekilerle mutlu olmamızı istiyordu…
Bana hayatı sevmeyi, hayatı kucaklamayı, doğayı kucaklamayı, iyi yemek pişirmeyi, pişireceğim yemeğe zaman ayırmayı, enerjimi ve sevgimi koymayı öğretti – sevdiklerime de böyle davranmalıydım… Zaman ayırmalı, enerjimi ve sevgimi tümüyle vermeliydim… Onun anısına böyle yapıyorum… Işıklarda olsun sevgili anneciğim ve sevgili babacığım… Onların o eski Kıbrıs’ını, o Kıbrıs’ın o eski değerlerini, o eski sevgiyi yaşatmaya çalışıyorum, en azından kendi evimde, kendi ailemde, kendi çevremde… Bunu bulamadığım yerlerden de uzaklaşıyorum hemen… Onların hatırası, bizi yetiştirme tarzları bunu gerektirir çünkü…
Aksi halde birbirimizin tıpkısının aynısı, hiçbir farkımız olmayan, ruhsuz bir kitleye dönüşürüz çünkü…
Ben de bunu istemiyorum…
Kıbrısımızın o eski değerlerini, eski güzelliklerini içimde ve gündelik hayatımda yaşatmak istiyorum… Mümkün olduğunca… Yapabildiğimce… Elimden geldiğince…
Hepsi bu…