“Borç Krizi” mi? “Avro’nun Krizi” mi?
“Borç Krizi” mi? “Avro’nun Krizi” mi?
Korkut Boratav
Yunanistan Avro Bölgesi’nden ihraç edilmenin eşiğinde. Ağır Yunan reçetesinin bir çentik daha hafifi Portekiz’de, İrlanda’da uygulanıyor. AB Merkez Bankası İspanyol tahvillerini hâlâ satın almaktadır; ama, insafsız kemer sıkma politikalarını sürdürmek koşuluyla… İtalya ise, artık resmen IMF gözetimi altındadır.
Almanlara sorarsanız ortada bir devlet borcu krizi vardır. Borçları ödeme yükümlülüğü de devletlere düşmektedir. Kamu hizmetleri, memurların, emeklilerin aylıkları olabildiğince kısılacak; devletin malları satılacak; vergiler yükseltilecek; böylece yaratılan “faiz dışı fazla” alacaklı bankalara aktarılacaktır. Ne var ki, kemer sıkıldıkça küçülen ekonomilerin borç taksitlerini ödemesi iyice güçleşmektedir. Artan riskler, borç faizlerini daha da yükseltmekte; iflasa giden bir kısır döngü başlamış olmaktadır.
Sonunda, Yunan borçlarının yüzde 50’sinin silinmesi ve AB’nin kurtarma fonunun yükseltilmesi gündeme geldi. Ne var ki, İspanya ve İtalya’nın bu furyaya sürüklenmeleri halinde bankaların kurtarılması çok güçtür. Yeni ve yaygın bir kriz beklentisi böylece oluşmaktadır.
Ancak, önce soralım: “Borç krizi nereden kaynaklandı?” Bu yanıtlanmadıkça Almanların teşhisine de, tedavi reçetelerine de güvenemeyiz. Sözü edilen ülkelerin nicel göstergeleri ortaya koyuyor ki, krize giden süreç avro’nun bir uluslararası para olarak kabulü ile başlamıştır. Avro’ya geçişi biçimlendiren, yöneten Almanya, bu sayede Avro Bölgesi’nin çevresi üzerinde ağır bir ekonomik hegemonya oluşturmuştur. 2007 sonlarında ABD’de patlak veren finansal kriz Avrupa’ya taşınır taşınmaz sistem dağılmaya başlamış; yeni bir bunalım tetiklenmiştir.
***
Aşağıdaki tabloya bakalım. Tablo, avro’ya geçişten önceki ve sonraki sekizer yılda Almanya ve “dört kriz ülkesi”nin cari işlem açıklarının milli gelirlere oranını yıllık ortalamalar olarak veriyor. Son satır aynı ülkelerin 2000-2007 dönemindeki toplam enflasyon oranlarını karşılaştırıyor.
Batı Almanya, 1980’li yıllarda büyük boyutlu dış fazla veren; sermaye ihraç eden bir ekonomiydi. Doğu Almanya ile birleşmeyi izleyen 1990’lı yıllarda Alman sermayesi “içe döndü”; üstlendiği yeni yükümlülükler net sermaye ihracını ve cari işlem fazlalarını ortadan kaldırdı.
Avro’ya geçiş, birleşmenin yüklerini telafi edecek fırsatı oluşturdu. Yüksek tempolu bir sermaye ihracı furyası, Avro Bölgesi’nin zayıf halkalarına yöneldi. Ulusal paraların tarihe karışması, yatırımcılar için devalüasyondan kaynaklanan “kur riski”ni ortadan kaldırıyordu. Örneğin eskiden İspanyol tahvillerine para bağlamış Alman yatırımcıları, pezeta’nın DM karşısında değer yitirmesi nedeniyle zarara sürüklenirlerdi. İspanya hazinesi artık sadece avro ile tahvil ihraç ettiği için, bu risk ortadan kalkmış oluyordu. Almanya, bu güvencenin katkısıyla Avro Bölgesi’nin çevresine bol sermaye ihraç edebildi; cari açıklarını fazlaya dönüştürdü; büyüme, yeni baştan ihracata dayanmaya başladı. Tablonun ilk iki satırındaki Almanya’nın cari denge verileri iki dönem arasındaki farklılaşmayı gösteriyor.
Gelelim yüksek tempolu sermaye girişlerinin Avro Bölgesi’nin zayıf halkalarında doğurduğu sonuçlara… “İlk kazık”, avro’ya geçiş aşamasında atıldı. Bu ülkeler, drahmi, pezeta, eskudo, İrlanda poundu’nu terk ederek avro’ya geçmeden önce paralarını Avrupa Para Birimi’ne (dolaylı olarak Alman markı’na) bağlamışlardı. Bu bağlantıda uygulanan döviz kuru, yerli paraları kabaca yüzde 25-30 oranında aşırı değerli kılıyordu. Yani, avro uygulamaya geçtiği anda, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda’da yerli üretimde (emek verimini de dikkate alan) birim işgücü maliyetleri Almanya’ya göre daha pahalı olmaktaydı. Böylece, bugünün kriz ülkelerinin rekabet gücü daha başlangıçta Almanya’nın gerisine itilmişti. “Büyük patron”a karşı dış ticaret açıkları bu nedenle kaçınılmaz oldu.
İhracat veya ithalatta rekabet gücünü ilerletmenin kısa vadeli, kestirme yöntemi ulusal paranın değerini düşürmektir. Ulusal para tarihe karıştığı için bu seçenek (devalüasyon) artık gündem dışıdır. Emek maliyetlerinde başlangıçtaki farkları telafi edecek boyutlarda (yüzde 25-30’luk) ücret bastırmalarına geçmezseniz, dış ticaret açığı kronikleşecektir. Açığın finansman kaynağı da Almanya’nın sermaye ihracıdır.
Söylediklerimizi şüpheyle karşılıyorsanız tekrar tablonun ilk iki satırına bakınız: 1990’lı yıllarda bugünün krizli ülkelerinde ya ılımlı (milli gelire oranla yüzde 1-3 dolaylarında) cari açıklar vardır; ya da (İrlanda’da) dış fazla söz konusudur. Avro’ya geçişten (2000’den) itibaren durum tamamen değişmektedir. Yunanistan, Portekiz, İspanya’da cari açıkların milli gelir içindeki payları hızla büyüyerek yüzde 6’lık, 9’luk oranlara çıkmakta; İrlanda’da ise “buharlaşan” dış fazlalar; kronik açıklara dönüşmektedir.
Daha da kötüsü var: Avro’ya geçişte atılan “kazık”, sonraki sekiz yılda daha da ağırlaştı. Tablonun son satırına bakınız. Sekiz yıl içinde “dört kriz ülkesindeki” enflasyon hızı (yüzde 24-28), Almanya enflasyonunu (yüzde 13’ü) kabaca iki misli aştı. Suçlu arıyorsanız, yüksek tempolu sermaye girişlerinin yarattığı parasal genişlemeye bakınız. Ulusal paralar devam etseydi, örneğin drahmi ve pezeta yüzde 12-15 oranlarında değer kaybedebilir ve rekabet gücünün enflasyon farkları nedeniyle bozulması telâfi edilirdi. Bir kez daha avro bu seçeneği kaldırdı. Almanya ile aralarındaki rekabet gücü makası daha da açıldı. Cari açıklardaki artışa ilave bir katkı da böylece oluştu.
***
Bol kepçe sermaye girişleri İspanya ve İrlanda’da özel sektörün, yerli bankaların borçlanmasına; gayrimenkul sektöründe abartılı balonlaşmanın finansmanına yol açtı. Balon patlayınca, batık bankalar bütçe harcamalarıyla kurtarıldı; özel borçlar devlet borçlarına dönüştü. Yunanistan ve Portekiz’de ise dış kaynak girişleri öncelikle kamu açıklarını pompalamaktaydı.
Borç krizi öyküsüne girdiğimizde, “bu pilav daha çok su kaldırır…” Bu nedenle zaman zaman bu konuya döneceğiz.
----
Bu yazı 06/11/2011 tarihinde sol.org.tr’de yayınlanmıştır.