BU DA GEÇER
Her şeyin tepetaklak olduğu günlerdeyiz. Geleceğe yönelik hayallerin, bütün plan ve programların anlamını yitirdiği günlerde… Hem yalnızız hem de bütün dünyayla birlikte. Ben normalde seyahatlerim dışında evde çok zaman geçiren biriyim. Yalnızken değil bazı insanlarla birlikteyken sıkılırım diye yazmıştım bir yazımda. Karantina biraz da benim rutinim yani. Şu anki durum çok farklı kuşkusuz. Hem evde tek başına hem de sürekli bir dünya dolusu insanla birlikte olma hali. Bir ortaklaşma, aynı dertten mustarip olma, aynı kaygıları taşıma, birbirini sürekli hissetme hali. Yanılıyor muyum bilmem ama başlarda viral olan bazı videolar, espriler azalıyor, artan ölüm oranları bizleri ciddileştiriyor sanki. Sağlıkçılara alkışlı teşekkür eylemleri ve dayanışma ruhu ise umut verici.
Trump geçenlerde herkesin dalga geçtiği “Hiçbir zaman ölmeyen insanlar şimdi ölüyor” şeklinde bir cümle kurdu ya, aslında onun tercümesi şöyleydi: “Zenginler, elitler bile ölüyor”. Bir anlamda eşitleyen bir virüs bu. Sonuçta eşit sayılabileceğimiz tek durum da ölüm. Cebi olmayan kefen.
Bu küresel kıyamet hali bütün zor zamanlar gibi bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Başkaları ile, başkalarının güvenliği ve mutluluğu ile ne kadar ilintiliyiz. Yardım elimiz ne kadar uzun, kalbimiz ne kadar geniş, bizden farklı olanlara, bizden olmayanlara karşı tutumumuz nasıl? Bütün bunlar test ediliyor.
Öğrencilerimle online dersler yaptık hafta boyunca. Canlarının çok sıkıldığını Üniversiteyi özlediklerini söylüyorlar. Sanırım biraz moral verdi onlara bu dersler. Bana da iyi geldi. Üniversiteye gider gibi duş alıp giyinip süsleniyorum ekran başına giderken. Normalde pek kullanmama rağmen ruj bile sürdüm geçen gün. Bu arada Kıbrıs’ın güneyinde aile içi şiddetle ilgili çağrı telefonunu arayanların sayısında yüzde otuz artış olmuş Üç kadın da sığınma evine gitme talebinde bulunmuş. Ev içlerinde neler yaşanıyor kim bilir diye düşündürdü bu beni. Bir yandan birbirini sevip yoğun iş koşulları nedeniyle birlikte olamayanlar için daha uzun vakit geçirme imkânı, bir yandan da aynı evi paylaşmak zorunda olan bazıları için bir cehennem.
Bu dönem atlatılınca nasıl bir dünyayla baş başa kalacağımıza dair olumlu ve olumsuz yorumlar yapılıyor. Beni en çok sevindiren Venedik’te kanallardan akan temiz sularda oynaşan yunusların, yüzen kuğuların görüntüleri oldu. Bir gezegende yaşadığımızı, birbirimizden ne kadar sorumlu olduğumuzu daha çok hissettim.
Sanki bir biçimde neo-liberalizmin yıkıcılığına, doğanın yağmalanmasına, paranın imparatorluğuna son verilmeliydi. Neler olur bilemiyorum ama başka bir dünya düzenine geçilmesi gerektiği kesin.
Herkesin kaygılı olduğunu, sürekli bu konudan bakılmasından sıkıldığını biliyorum. Başka bir yazı yazmak isterdim bu hafta ama böylesi dönemlerin baskın gündemi başka hiçbir şeye izin vermiyor. Bu sabah balkonda edebiyat dergilerimi okumaya çalışırken konsantre olamadığımı, her şeyin anlamsız geldiğini fark ettim. En çok da 1974’ü o günlerdeki karartma gecelerini filan anımsatıyor bana bu zamanlar. Bir küçük kıyamet hali. Ve sıklıkla haksız yere hapiste bulunan o güzel insanları düşünüyorum. Bize katlanılmaz gelenin çok daha ağırını yıllardır yaşadıklarını. Kalbimi parçalıyor bu.
İnsan her durumda bir teselli bulabiliyor, bütün zorluklarla bir biçimde başa çıkabiliyor. Bir yanda bizi birbirimizden ayıran sosyal mesafe bir yandan da kalplerimizi aynı kederler ve sevinçlerle birleştiren bir mücadele ve dayanışma yaşadığımız.
Dışarıda dünyanın ne güzel olduğunu anımsatmaya gelmiş çiçek çiçek bir bahar var. Aldırma gönül aldırma demekten, bir gün mutlaka gelecek o güzel günleri beklemekten başka seçeneğimiz yok şimdilik.