“Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar”
Geçen haftaki yazımızda ilginç hayatlardan söz ettik. Ki o kişiler bedenen ölmüş gitmiş olsalar bile kitaplarda, yazılı kayıtlarda hep yaşıyorlar.
İnsanlar, her ne koşulda olursa olsun yaşamak ister, ölümden hep korkar. Ölüm endişesi, çaresiz bir hastalığa yakalanınca bir de yaş aldıkça artar. Hepimiz yaşam-ölüm zıtlığını kafamızın bir yerinde bekletir, günü gelince bulur çıkarırız.
İlkokul ve ortaokul yaşlarında “ben ölmeyeceğim” diyerek olüm tasasından kurtulmuştum! Hamilelik ve doğum öncesi “ölüm” konusu ile ahbap olduk. B.A bana Epikuros’un sözlerini anımsatmıştı. “Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yoktur.” Bir süre bu düşünce ile rahatlasam da Mutlu doğduktan sonra uçaklara, gemilere, otobüslere binemez oldum. Kendimi sıkı koruma hastalığından Bilge doğduktan 1 yıl sonra kurtuldum 4 yıl ara verdiğim seyahatlere başlayabildim. Ama her zaman, hayatıma mal olabilecek, kendimce tehlikeli gördüğüm işlerden uzak dururum.
Epikuros bir şeyi unutmuş. Öyle hastalıklar var ki, yaşarken de ölüsün, ölüysen de yaşarsın. Bu durumun en bariz örneğini çaresiz kanser hastalığına yakalananlarda görürüz. Bilhassa, hastalığın son aşamasında hem “vardırlar” hem “yokturlar”. Meslek icabı kanser hastalarının her dönemini, belirtilerini ve terminale yaklaştıkları zamanı tahmin ederim. Bu bilgi ve klinik durum yorumlaması meslekte öğrenilenle sınırlı değil. Bu güne kadar, altı yedi yakın arkadaşımın bu hastalık ile yaşam-ölüm birlikteliğine ya da mücadelelerine tanık oldum.
Bu süreç, hasta ile yakınının geçirdiği en trajik seyahattir. Kanser hastalığı ile, Gül bahçesinden, Yılan ve Çıyanların olduğu karanlık dehlizlere girilip çıkılır. Hasta olmadan tanıdığınız insan, o yatakta eriyip giden, ruh ve bedeninde her ifadenin kaybolduğu kişi midir? İsyan edersiniz; onu hastalıktan önceki haliyle anımsamak istersiniz. Ama mecbursunuz.. “Hayat varken de ölüm varmış meğer” dersiniz.
Sabiha hanımı geçen hafta sonu gerçek ölüme uğurladık..Birbirimizi sayar severdik. Yıllar önce eski bakanların sekreterliğini yaparken tanımıştım onu. Nerede şimdi öyle sekreterler…Bilgisi, giyimi, kuşamı, adabı, konuşması ile “Eski Kıbrıs”’a ait bir kişi. O dönemlerde kaç bakan ile çalışmış. O zamanlar bakanlar, sekreter getirip götürmüyordu.
Eski eczanemin civarında bakanlıkta çalışır, ilaçlarını benden alırdı. Yeni eczanem yaşadığı bölgeydi diye tekrar buluştuk. 3-5 yıl önce kansere yakalandı. “İyileştin” dediler. İçinde hep kuşku vardı..Geçen yıl hastalık geri geldi. Aldığı ilaçlardan ve endişesinden durumun iyi olmadığını anlamıştım. Meslek etiği icabı, insanların hastalığı üzerine soru sormayız, yorum yapmayız. Ona hasta olduğunu anımsatmamak görevimiz.
Son aylarda kızı gelmeye başladı. İlaçlar v.s..Ölmeden 5-6 gün önce Sabiha hanımın kızı Pınar’a “Beni annene götürür müsün?” dedim. Gittik..Yatakta bir avuç kalmış yorgun ve bitap vücudunu görünce sarsıldım.. Gözlerini açtı, yeşil gözbebekleri cam gibi parlıyordu..Konuştuk..Hiç şikayet etmedi..”Ne hallere düştüm” demedi. Çok teşekkür etti, yardımcıma da selam gönderdi.
O günden sonra hiç konuşmamış, hastaneye kaldırılmış...Cumartesi ö.s kızı aradı. Annesi için ilaç arıyordu..Nöbetçilerde bulamamışlar. Ecza depolarına ulaşmaya çalıştım, olmuyor. Eczacılık dairesi müdürü Mertdoğan beyi buluyorum. Hastahanede olan ilaç için “yok” deyip insanları o acı ile dolaştırıyorlar..Müdür ilacı bulup servise gönderiyor ama Sabiha hanım ölmüş o arada…İlacı alsa da ölecekti belki ama bu durum sağlık etiği ve insanlıkla hiç bağdaşmıyor..
Pazar günkü cenaze töreninde, bir eski dostun hayatını kurtarmak için bir şeyler yapmanın huzuru içinde onu uğurluyoruz. Kızları da annelerine çok iyi baktıkları için aynı huzuru taşıyordu. Sabiha hanım “Hayat ve Ölüm” birlikteliğini koparıp atmıştı..Rahat uyusun….