1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Bu Memleket Bizim
Bu Memleket Bizim

Bu Memleket Bizim

Gülfidan Erhürman:Sabah kalktığında içini sıkıntı kapladı. İmtihan vardı ve o son okuduğu romanı bitirmişti imtihana çalışmak yerine.

A+A-

 

 

Üç savaş geçirdim üç savaş ömrümü çaldı el âlemin keyfi

Çocukluğum Umudun yüzdürdüğü kâğıt kayıcıkta batıverdi…

 

 

Gülfidan Erhürman

                                                                           [email protected]

 

 

Sabah kalktığında içini sıkıntı kapladı. İmtihan vardı ve o son okuduğu romanı bitirmişti imtihana çalışmak yerine. Sesler duyuldu, annesi işe gitmeye hazırlanıyordu, o da okula. İkisi de hazırlanırken durdular ve dışarıya kulak kabarttılar. Olağanüstü, kulağı tırmalayan sesler geliyordu dışarıdan; kurşun sesleriydi. Soğuk bir aralık sabahıydı. Sisli bir hava vardı dışarıda. İçindeki sıkıntı birden dağıldı. Beklenmeyen bir şeye karşı duyulan o macera ve heyecan haline dönüştü. Galiba kesin kalacağı imtihandan kurtuluyordu. On üç denen o uğursuz rakamı yaşıyordu. Bu imtihanın hiçbir şey olmadığı ve artık tüm hayatının çok daha çetin imtihanlarla geçeceği aklına bile gelmezdi tabii! O günü kurtarmak peşindeydi. Altmış üç harbi böyle başladı işte ve hep günü kurtarmayı öğrendiler. Kimse dersine çalışıp da imtihanı geçemedi ve o uğursuz yaştaki küçük kız bir daha o sınıfta olamadı. Hep bir sınıf eksik yaşadı geriye kalan hayatını.

Anne o gün işe gitmedi, o da okula. Evde kapıları kapatıp oturdular dertlerine yanarak. Sonraki günlerde komşuların evinde kaldılar, ondan sonra da göçmen oldular surlar içine. Ve belirli bir süre sonra sınırlar çizildi, eve döndüler. Buradan dışarıya çıkamazsınız dendi ve herkes o dar alanın içinde hayatını tertiplemeye koyuldu. Bir bataklık gibiydi batıp çıktıkları ama onu yaşamaya başlamışlardı bile! Her batıp çıktıklarında bir başka yere tertipliyorlardı hayatlarını. Çoğunun eski hatıraları yollarda kör-çar oldu. Hayatlarında bir tek birlikte kaçtıkları valiz kaldı hatıra, içindekilerle. Geriye kalan hiçbir şey aynı kalmıyordu zaten. Her şey tüketiliyor, sıfırlanıyor ve tekrardan başlıyordu. Her yerleştikleri yerde, köylerini hafızalarına, karşı taraftaki komşularını yüreklerine ve denizi, ormanı, dağı da hayallerine yatırmayı öğrendiler. Ve öylece hayatı devamlı avcılardan kaçan, sağ kalmaya çalışan bir muflon gibi yaşamayı öğrendiler. Çünkü durmadan azalıyorlardı. Savaşın kara bulutları çoğaldıkça, bakıp da içlerini açacak her şey alınmış, onlara bu kalmıştı.

Her şey ikiye bölünmüştü artık ve bir oyuna dönmüştü. İki taraf da iyi taraf olduğunu, kötüye karşı oynadığını zannediyordu. İyiliği paylaşamıyor ama kötülüğü paylaşıyorlardı sonunda. Kötülüğü yendiklerini zannederken insanların öldüğünü fark etmiyorlardı. Tüm kadınlar kötülüğü çitiliyorlardı durmadan. Hayatlarındaki bu lekenin çıkması ve hep iyinin kazanması için dua ediyorlardı. Herkesin evinin içinde yaşayandı iyi olan. Her bulduklarını kötü olsa da yemeye alıştıkları, doymaya, doyurmaya çalıştıklarıydı. Hayat bir dairenin içinde her köşe başında bir askere selam vermekle geçiyordu silahın gözüne bakarak. Mahallede her dil konuşuluyordu, yeni kelimeler giriyordu sözlüklere. Güya barışın gücü oradaydı silahıyla ve güya onları koruyacaktı. O zamandan alıştılar elektrik kesintisine. Birbiriyle kavga eden insanların muhakkak elektriği kesilir. Dışarıdan gelen bir ekibin film çekeceği alana benziyordu mahalleleri. Ayaklı kocaman projektörler kurulmuş, geceler aydınlatılmıştı ve gece de devam ediyordu faaliyet. Sanki bir an evvel bitirecek hevesi ve nefesiyle çalışıyorlardı gelenler. Bitsin diye güya acele ediyorlardı. Dostlar alışverişte görsün bir durumdu aslında; çünkü o alınıp satılma işi kırk sene sürdü gitti. Onlar gitti ve hep başkaları geldi yerine. Erken büyümeleri için gece ışıkta tutulan civcivler gibiydiler. Birbirlerine sokuldukça kendilerini emniyette hissedip, ısınıp, uykuya dalıyorlardı. Hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar kısıtlanmıştı duyguları. Her uyanışın, her birbirine günaydın deyişin sonu savaştı. Kırk sene sürecek ve ne zaman biteceği belli olmayan bir muharebeye imza koymuşlardı bilmeden. Etlenip butlanınca birbirlerini kesiyorlardı başkasını beklemeden. Ama dışarıdan gelen mavi kırmızı ışıkların da bu kavgalara yön verdiği aşikârdı.

Ne yazık ki o keskin ışıkla bile harpte ölenlerin evleri aydınlanmadı, aydınlanmıyordu, kapkaraydı acıdan. O küçücük, korkuyla dolu kalplere Fince “mine rakastan sinova”, yani “seni seviyorum” öğretilmişti soğuk ecnebiler tarafından. Ta Finlandiya’dan gelmişler ve bunu öğretmeye çalışıyorlardı ama dile pelesenkti sadece. Kimse kimseyi sevmiyordu, herkes yadırgıyordu yeni yerini, çoğunluğu mecburiyetten oradaydı. Barışın gücü, her iki tarafa da iki ucu keskin, öldürücü bıçak satıyordu. Sadece bir tanesi çok güzel bir Çingene kızının kara gözlerine ve dalga gibi yürüyüşüne bakıp âşık olmuş evlenmişti. Bir tek onun kalbi çarpabilmişti galiba savaşta ve anlamını bilerek, sahiden isteyerek söylemişti o cümleyi. Sonra gelenler de barışın gücünü gösteremediler ve normal, özgür, sakin, savaşsız memleketlerine döndüler. Buradakiler aynı şekilde yaşamaya devam etti. Hiçbir şeyi değiştirememişlerdi ve neticede mahallelinin dilinden anlayan, (bizdendir) dedikleri geldi. Ama onlar da yabancıydı mahallelerine. “En erken kuran sensin” derdi komutan, bozulmuş sten silahını saniyesine kurulmuş onun önünden alırken. Ona “aferin” derdi gözleri parlayarak. 13 yaşındaki kız çocuğunun “erkek”liğiyle gurur duyan bir baba gibi gülümserdi ona. Küçük kız sevinirdi, onu sevindirdiğini ve bundan dolayı onu hep seveceğini ve takdir edeceğini düşünürdü.

En çok da birinin önünde soyunmaktan korkardı o küçük kız. Kendi istemeden bedenine birinin bakmasından, dokunmasından. Ağaca asılıp soyulan kurban gibi hissederdi kendini elinde olmadan! Kurbanın hiçbir şekli hoşuna gitmezdi zaten. Karşıdakine “Beni hiç olmazsa sınırda soymadılar” dedi. “Lefkoşa’dan çıkarken bir kontrol kapısı vardı. Ben o kadar utangaçtım ki elbisemin provasını yapan terziden utanırdım inan! O bitmemiş, delik dirsek elbiseden tenimi görmesinden o kadar utanırdım ki, terzi iğnesini yanlışlıkla etime batırdığında bile o kadar acı duymazdım. Belki de gözümden anlıyordu o sınır kapısındaki kadın polis! Bir kere bile beni o soyunma odasına sokmadı, sık sık o kapıdan geçmek zorunda olduğum halde… Masallarımın ninesi o tarafta kalmıştı, ona gidiyordum durmadan. Çocuk gözüm mü ele veriyordu kendini, anlıyor muydu ne, ondan farklı bir şey olmadığını bedenimde bildiğinden mi, işte! Hiç beni soymadı geçerken… Bilmem! Belki de şanslıydım. Ama biliyorum, çırılçıplak soyduğu kadınlar da vardı kendinden utanmadan. Sonra onu da soymuşlardır eminim, etme bulma dünyası gibi bir şey bu ada! Rulet masası gibi işte, kimin sayısına bilye düşmezse o kaybettiklerine ağlıyor, sonra tekrar döndürüyorlar, tersi oluyor. Sadece dışarıdakiler kazanıyor galiba içeridekiler kaybederken, insanları duygularından bile soyup soğana çeviriyorlar kısacası. Timsah gözyaşları dökenler çoğalıyor bu arada ve size fikir veren her zaman bulunur. Senin hakkını tütün çiğner gibi ağzında çiğner, sonra da tükürür.

Seneler sonra biri, silaha el sürmemek gerektiğini söylediğinde onunla kavga etmişti. İnsanlar savaşta veya savaşla yaşamayınca bilemiyor nelere dokunmak zorunda kalınabildiğini veya nerelerine dokunulduğunu. Hatta en doğrusu, istemeseler bile kendilerine dokunulacağının bilincine varamıyorlar. O kadar acı çekmiş, o kadar sevgisiz, o kadar ölümüne yaşadığınız halde, “başına gelsin de hoşuna gitmesin” diyemiyorsunuz. Diliniz bedduaya dönmüyor ne halse! Hep iyiyi oynadığınızı sanıyorsunuz ya bunca sene, işte bir tarafınız iyileşiyor ama o bile kendinize işliyor. Diğer tarafa savurduğunuz bedduanın haddi hesabı yok. Beddua savaşları da kirletiyor havanızı. O rolden de soyunamıyorsunuz ölene kadar. Herkes yaptıklarıyla bir çöp yığının ortasında oturduğunun ve etrafı ne hale soktuğunun farkına varamıyor. Yaptığı o birazcık iyilikle üstünü örttüğünü sanıyor yaptığı kötülüğün, geçmişinin üstünü kapatınca pis kokulardan da kurtulabileceğini düşünüyor. Hele senelerce bu davada sözü geçenlere sorsanız, baştan ayağa iyiliktirler. Her şey halkın iyiliği için, halk için, özgülük için. Çevrenize bakıyorsunuz, o kadar daraltılmış ki, özgürlüğü koyacak yeriniz kalmamış. Sanki davalar açmış gibi yapılan haksızlıklara, dava adamı gibi bir de misyon biçmişler kendilerine ama halkı savunmak için yaptıkları tek bir şey yok. Bu adada var olmak savaşı verilmiş güya ve var olmak için sadece ölmüşler, öldürmüşler. Bundan dolayı da vatan Sakarya’ya benzemiş zaten.

Toplumlar illa ki bilmeden, önlerine ne konursa yiyorlardı işte. Tek taraflı beslenmeyle hormonlu bir toplum yetişiyordu nefrete, tadı kaçmış, lezzetsiz. Kimse tanrılarını bilmiyor adanın, bilse de dinlemek istemiyordu. Sevişmek için vakit yoktu pusuda beklemekten. Sevişmek kelimesini herkes defterden silmişti. Herkes tarih yazmak peşindeydi veya yazdıklarını sanıyorlardı çıkardıkları savaşlarla. Tarihi de bölmüşlerdi ortadan. İki taraf da kendini kurtaracak şekilde, kendine yontarak yazıyordu tarihi. Kendini mazlum gösterip, yaptığı her şeyi haklı çıkaracak şeyleri kitabına uyduruyordu. Ve yazdıklarını yeni nesillere armağan edip, istikbali de kötü hormonla besleyerek adanmış kahramanlar yetiştiriyorlardı. Yaşasalar da, ölseler de hep düşmandan kurtardıkları bir şey vardı veya hayatını korudukları. Ama en çok topraktı önde gelen; o da durmadan çıkan depremle fay hattı çiziyordu kendine. Adresler, isimler, yollar değişiyordu durmadan. İnsanlar bir geçtikleri yoldan bir daha geçemiyorlardı. En çok öldürenin, en çok savaşanın, savaşı bitirmek istemeyenin ya da ölenin heykeli dikiliyor ya da ismi bir çıkmaz sokak direğinin üstüne asılıyordu İsa gibi. İsa iki dinde de peygamberdi nasıl olmasa! Ama kimse, adı asılanın ne şartlarda, hangi eziyetlerle, ne için öldürüldüğünü ve kötü adamın kim olduğunu öğrenmek bile istemedi. O karmaşada ölen öldü ve kalan sağlar da bizdik!

Maziden bir arkadaşını görünce ötekiler hâlâ sana düşman ama ne hâlse o hep dost kalıyor ve muhakkak başka oluyor diğerlerinden. O kadar yakın ki mesafeler, tükürüğünüz kurumadan adanın bir ucundan diğerine ulaşabiliyorsunuz ve şakayla anlatılıyor kısalık, çocuklar savaşı unutup top oynarlarken top hep denize düşer diye. Bin bir hikâye var ecnebi komşu hakkında ve hikâyeler birbiriyle kesişiyor hep. Hatta kıyafetler aynı, sadece renkler değişik, eski siyah beyaz fotoğraflar hep bir çekmeceden çıkar ve insanlar hep aynıdır. Ayırt edemezsiniz; fotoğrafların hepsi de Kıbrıslıdır. Aşk savaşta da, barışta da iki tarafta aynı yaşandı ve hâlâ aynı yaşanıyor. Kızlar yerlerinden sökülse, hatta adanın en ücra köşesine bile kaçsa, bu ülkeden kaçamazsa mecburen bir askere âşık olup, bir askerle evlenmek zorunda, mesleği ne isterse olsun. Bu adada erkeklerin ortak bir mesleği var hâlâ yapılması şart olan. Kirli çamaşırlar bir toplumun yaşamının aynasıdır, kalitesini gösterir her zaman. Alıcı gözle bakarsanız evdeki hayatı anlarsınız. Uçuk, yırtık bluzlar çıkabilir içinden veya ciddi kaşmir pantolonlar, rengi solmuş anne-baba giysileri ve ele geldiği zaman herkesi gülümseten küçük paticikler de çıkar ve onlara sevgiyle gülümsersiniz. Ama çamaşır sepetinde asker urbası hiç eksik olmaz, olmadı ve sanki hiç olmayacak gibidir hâlâ. Kadınların hayatını zehir eden, en sık yıkadıkları ama hiç temizlenmeyen, kurumayan, hep anaların gözünü ıslak bırakan giysilerdir bunlar. Bir an evvel yetiştirmek için çırpındığı, çırpınmaktan usanıp bitsin diye dua ettiği ve bir ömür boyu kurtulamadığı giysiler… İlk babanınkiler girer sepete, sonra oğlun, sonra torunun ve de torunun çocuğununkiler de sırada bekler… Şapkalara bozkurt dikildiği ve postallardan ayaklar erimesin diye alınan yüzde yüz pamuktan çorapların satışının hiç durmadığı bir ülkede yaşıyorsunuz. Ve çocuğunuzun adının ilk harflerini donuna işlemek zorundasınız mecburen. Hep aceleyle yıkanıp kurutulması gereken, kadının iki ayağını bir pabuca sokan bir hazır ol ülkesinde yaşamak kolay değil! Ama bitecek gibi de değil…  

Hava nasıl oralarda diye soracağınız tutuyor keyif çatanlara: “Sen havadan çocukluğunu kaybettin mi ve hâlâ üşüyor mu bedenin bu sıcaklarda, benim kadar eksikliğini duyabilir misin sevgisizliğin? Duyamazsın. Bir hayvan gibi sadece hayatta kalmak için savaşmak ve yalnızca doymak içgüdüsüyle senelerce yaşamak nedir biliyor musun bölünmüş bir kafeste? Bir yarın o tarafta kaldığı için artık birleşip de hatıralarını bile çoğaltamıyorsun! Kafese kapatılan hiçbir hayvanı sevmiyorum ben. Muhabbet kuşu olsa bile! Ne o mecburi sevişler, sevmediğin hâlde vuslata yatışlar!? Sevgisiz çocuklar büyütüyor insanlar mecburiyetlerde. İnsan savaşlarda, diğer yaptığı her şeyde de aceleye geliyorsa ve sadece hayatta kalma içgüdüsüyle yaşıyorsa, duyguları karıştığından hiçbir şeyin tadına varamıyor; artık lezzet hazzınız körelmiştir yaşadıklarınızdan… Kuru fasulyeyle havyar yiyebilir, şampanya içebilir misiniz? Ya da minarelerde çığlıklanan sesler size ne anlatır ki bu ses kirliliğinde? Müslümansanız Müslümansınız, değilseniz olamazsınız işte, kim ne kadar isterse bağırsın!  Ve işte ondan, hiçbir şey doğru dürüst yaşanamıyor bu ülkede, kavganın olduğu yerde aşk ve sevgi teğet geçiyor. İnsanlar çabucak önlerine konana sinirleniyorlar. Önlerine konan silahı, hatta her şeyi bir kör gibi ellemek zorunda kaldıkları ve hiç düşünmeden de hızla kurabildiklerinden, bazen kullanmak bile geçer içlerinden bir şeyleri kurtarmak için. Sonra da kurtarıldıkları geliyor akıllarına, vazgeçiyorlar. En iyisi yükseklere tırmanmak, damdan, ovadan bağırmak, hatta denize fısıldamak yüzerken ya da alanları doldurup surlara tırmanmak ve bağırarak canı gönülden istemek. Ancak öyle aşkınızı ispat edebilir ve ona kavuşabilirsiniz çünkü ondan başkasından size hayır yok! Üstünüzden kopanlarla sırtınız inceliyor, üzerinize ne geçirseniz ısınmaya yetmiyor. Onsuz savaş rüzgârı kesilmiyor bu adada, üşütüyorsunuz.

Senden ne haber diye soruyorlar??? Eh işte! Lefkoşa’nın geceleri serindir, gündüzü de cehennem. Serin kısımlarına giremezsiniz, orası yeşil hat! Girne’de birkaç plaj halka yasaktı, şimdi birkaç plaj halka açık. Cehennemde yaşamayı becerebilir misin tüm duyguların ikiye bölünmüş ve de eşitsiz? Bir taraf cenneti yaşadığını sanıyor, hâlbuki iki taraf da ARAF. Kendini hangi tarafa koyduğun bile artık önemli değil ama eminim bu ülkeye gelen kendini iyi tarafa koyduğunu sanıyor! Bu tarafta yaşayanların hepsi yaşamı sorgulayan tüm filozoflara felsefesini sorgulatabilir yaşadıklarıyla. O taraf da aynı ama farkında değil; o kadar bir oldum sanıyor ki kendini! Bir sokak, bir ev, bir sevgi nasıl ortadan bölünebilir ki, ya da duygular? Kaçta kaçını bölüp ayırabilirsiniz kendinize havanın? Resmin bir bölümü karanlık, şiirin can alıcı damarı eksik, yazının ana fikri düşman olunca ne Aşık bitirebilmiştir resmini, ne Neşe şiirini bu adanın… Arif olan anlar… Hâlâ ben Baflıyım güzelim diye bir şarkı çalınıyorsa ve yazan da ölürkana bile Baflıysa, bu memleket bizim işte… Başkaca da diyeceğim bir şey yok… Anlayana…

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1700 defa okunmuştur