Bu sabahların bir anlamı olmalı!*
Belki de her sabah aynı tekrarla başlıyorsunuz güne. Film şeridi gibi… Başa sarıp sarıp, artık aynı tekrardan dolayı üzeri çizilmiş şeritlerin cızırtılarına akıyor sabahlar… Sabahın ilk ışıklarını görebilmek adına pencerenin perdesini yavaşça aralarken, uykulu anların rüya bulutlarına asılı kalmış gözler bakar camın arkasındaki sokağa… Sokak umut verir gözlere bulaşarak sızdığı aklın yaşam sahnelerine… Dün gece neler yaşanmıştır acaba, her belediye kazısında, biraz daha yamalanarak küçük tepe ve çukurlarıyla çöken bedeninin tanıklığında… Yine de üzerinden geçen onca taşıtla ve insan adımlarıyla sabahı karşılıyordu ıslak zemini. Zamanın akıp gittiğini bilmez ki yollar… Yolun hemen karşısındaki apartmanın dördüncü katındaki daireden yaşlı bir insan yüzüyle karşılaşır bakışlar. Aynı kaygılarla mı bakılır sokağa? Yoksa kaygılar yaş sarmalının attığı her dönüm noktasında farklılaşır mı? Tüm bunları düşünürken mevsim de değişmiştir ya, ağaçlar salıvermiştir yapraklarını adeta birer meteor çukurunu andıran yolun kuyularına, tümseğine… Asfalt gerine gerine sabaha karşı toplar yaprakların çürük kokulu kalıntılarını… Çok gerilere gitmeden kısa bir süre önce diyelim, bugün yaprakların doluştuğu yolun karanlık gecelerinde, anneler ve babalar kaygıyla çocuklarını beklemişti aynı sokakta. Hemen öndeki caddeden yükselen seslerin ve gürültülerin içinden seçmeye çalışmıştı, balkon karanlıklarına sinen bedenler neler olup bittiğini… Bitecek miydi tüm bu yaşananlar? Neyin ortasında bulmuştu, sokağın etrafındaki apartman yığınlarında oturan semtin sakinleri kendilerini? Rutinleri ve ezberleri bozulmuştu yaşamdan. Gün bitince telaşla başlayan eve dönüş hallerin de bile tuhaf bir atmosfer seziliyordu çoğu zaman… Sanki melekler terk etmişlerdi, yolun geçtiği her bir köşeyi. Sonrasında melekler düşerken ağlayarak, karanlıkların efendilerinin sesleri yükseldi. Bilyeler gibiydi çocuklar, dağıldıkları kümeden, kıyamet koptukça yutuldular karanlık tarafından…
Suçları neydi?
Neden böyle oldu?
***
Pencereden bakan figür, gözlerini sıyırır az sonra camın soğuk yüzündeki öpüşlerden. Kaskatı kesilen bedenlerin sıkı sıkı soğuğa sarılıp dağıldığı sokağın seyrinden ayrılma vakti gelmiştir. Mutfaktaki duvar saatinin tık sesleri deler geçer sabahların anlamını, köşedeki kaktüsün ince dilimli yapraklarının arasından… Bazı sabahlar, odanın içine doğmalı ıslak ıslak… Serin serin… Soğuk soğuk… Buz gibi!
Biraz da derinden çiçek kokuları gelmeli dışarıdan; ama sardunya, ama köydeki teyzenin verdiği gece tüten soğanlarının çiçek açmış halleri… Tütmeli, tütsülemeli sabahları…
Yeri gelmişken soralım: bu sabahların bir anlamı olmalı mı?
Bazı sabahlara rezil uyanır insan. İşte bu sersefil ruh dünyası geceden rüyasız kalmıştır. Rüyasız sabahların rezilliği, dökülen yaprakların çürük bedeni gibidir. Biraz eksik, biraz da yaşanmışlığın getirdiği hoyratça kullanılan anların yüküyle ezilmiştir. Böylesi sabahlara, radyodan gelen sesin enerjisi dahi mutluluk bulaştırmaya yetmez. Çünkü o sesin taa derinlerinde de hüzünlerin seyir defterinden düşen yapraklar gizli gizli okunmaktadır.
İlk defa sobalı evler gördüm ben bu yorgun şehirde… İs kokan kazakları yıkadım bir öğrenci yurdunun akmayan çeşmelerinin başında, sıcak suları beklerken. Kızlı erkekli miydi yurtlarımız? Hatırlamıyorum! Ama bildiğim şu ki: görevli, telefon anonsu yaparken gürlerdi koridorlardaki mikrofonlardan sesi… İşte o seslerin büyük harfle kurulan cümlelerinden eser yok, şimdiki radyo spikerinde… Gazete başlıklarını geçerken, bir çocuğun aylardır uyumakta olduğunu, defalarca aynı cümleleri tekrarlayarak, yeni baştan yineleyerek, duymayan kalmasın diye, tekrarlıyor:
-Uyan çocuk! Uyan çocuk! Bugün senin için doğacak güneş!
Aylar önce sabahın ilk ışıklarıyla evinin kapısından çıkarken sokağa, bir ekmek almaktı tüm amacı, evde bekleyenler için…
Ne mi oldu?
Öylece yığıldı sokağın ortasına, ne olduğunu, neden olduğunu soracak zamanı bile olmadı.
Şimdi yeniden soralım: Bu sabahların bir anlamı olmalı mıydı?
Camlar açık ve bizler sabahlara üşüyerek uyanırken, bir çocuk başka bir şehrin sokaklarında uykuya bırakıyordu bedenini, anlamını bilemeden uyandığı sabahın.
Melek gibisin çocuk! Sen uyurken de çok şeyler oldu bu dünyada.
Dayan çocuk! Diren çocuk! Uyan çocuk!
İnatla, tutun hayata!
***
Son günlerde kitaplara sarıldık hep birlikte. Karanlığın kol gezdiğini görerek ve de düşünerek kitaplardan arar olduk, çıkış yollarını. Sokrates zincirlerini koparmayı ve güneşe koşmayı başarabilmişti; biz de başarabilir miyiz? Okyanusta yüzmek gibidir bir kitabın cümleleri. Karanlığı çeker alır sığındığı sokağın taşları arasından. Orwell geliyor aklıma ve yeniden açıp okuyorum; Hayvan Çiftliği’ni. Şimdi yeni bir kitap var elimde: Neden Yazıyorum. Yazma eylemine girişen herkesin, geçmiş olduğu evrelerin hikâyesini anlatıyor yazar. Kendi hikâyesinin gerçek sahneleri için cümleler kuruyor. Tanımadan sevdim yazarı. Konuşmadan bildim kaygılarını, endişelerini ve karşı çıkışlarını keşfettim kurgu hikâyeleri arasında. Gırtlağıma kaçan her bir kelime için dönüp soru sormadım. Sormadığım gibi cevap da beklemedim. Herkesin bir sözü vardır ya, işte soruları, cevapları ve sözleri kusmuk gibi gırtlağımda dizilen kelimelerde aradım. Yazı yazmak bir süreç. Çocukluğundan başlıyor kelimeleri yutmaya insan. Bir gün geldiğinde kusuyor sayfalara birer birer, yutulan ne varsa! Bu nedenle Orwell’in eylemindeki apaçık beliren kavramlar: bütüncüllüğe, tiranlığa ve dayatmacılığa karşı, adaleti, hak ve özgürlükleri ve beraberinde demokratik yaşam hakkını hakkıyla tütsülüyor. Savaşı arkasına alıp yazıyor. Gerçeklere erme arzusundan boşalıyor kelimeler… Kurgulardan inşa edilen kaleler gibidir yazarın cümleleri…
Bir cümle daha okuyup geçiyorum bu sabah: “Barışçıl bir çağda şatafatlı ya da sadece betimleyici kitaplar yazabilir ve politik bağımlılıklarımdan neredeyse bihaber olabilirdim.”
Hayata bihaber olanlarla birlikte aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz ya, işte bundandır araya sıkışan Orwell ile ilgili cümleler. İçime soludum cümleyi ve deldi geçti sözler ciğerlerimi. Ciğerlerim parçalansa da acıtmaz cümleler bedeni.
İşte şimdi söyleyebilirim ki:
Bu sabahların bir anlamı olmalı!
Çünkü bu sabah bir UMUT var içimde!
Derin bir nefes alıp güne başlayabiliriz, artık.
(*Bu haftaki yazının başlığı, Vega’nın 2002 yılında çıkardığı, Tatlı Sert albümündeki “Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı” şarkısından esinlenilmiştir. Çok sevdiğim bu güzel gruba, teşekkürlerimle…
Orwell’i ve masamdaki kitabı hatırlatan ise: Radikal Kitap Eki’nde muhteşem makalesiyle Ayça Akarsu oldu. Okumak bir ibadet, şimdi daha iyi anladım.)