1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bukalemun Özgürlüğü
Bukalemun Özgürlüğü

Bukalemun Özgürlüğü

Ya da kafamızda kurduğumuz senaryolardan oluşan hayatımızın bölük pörçük halleridir kendimizi insan olarak, hissedebilen bir insan olarak tanımlayabiliyor olmamız.

A+A-

Vedia Bakıroğlu
[email protected]

 

“Doğa toplumları bireyin özgürlüğünü sınırlar, ama karşılığında ona, dünyanın gerçekte nasıl olduğu, kendisinin nasıl bir insan olduğu, kendisini ve dünyasını ne kadar değiştirebileceği, doğru ve yanlış ya da iyi ve kötünün ne olduğu konularında oldukça kesin tanımlanmış bir varsayımlar sistemi sağlar.”

İnsan olmak, Engin Gençtan

 

Fotoğrafın hangi tarafına bakıyorsak bakalım hep kendi gördüğümüzün bize hissettirdiklerini yaşarız ve zihnimizi sabit bir inanış döngüsüne sokarız. Dünyanın düz olduğunu savunanlar, sol/sağ görüşü yok saymaya çalışanlar, ölümden sonraki hayata inananlar, köpeklerin dünyaya siyah-beyaz baktığını düşünenler, bunların hepsi birer inanış ve kendini belli bir düşünme şekline koşullamadır aslında. İnsanların ortak ve tek bir doğruları yok ve hayat çizgisel bir bağlamda ilerlemiyor. İnsan olmanın getirdiği birtakım “üstün” özellikler sayesinde düşünüp anlayabiliyoruz çoğu şeyi ve bizi daha karışık ve zor yaşamaya mahkûm eden düşüncelerimizi. İnsanın kendini hayata bağlayan biyolojik özelliklerinden ya da fiziksel, insanı dış görünüş bakımından “insan” yapan özelliklerinden bahsetmeyeceğim bu yazımda. Homo sapiens olarak fiziksel gelişimimiz bir yere kadar gerçek anlamda diğer ırklardan çok daha üstün olsa da asıl üstünlüğümüz duygularımızı konuşarak, olabilecek en net halinde ve düşünerek birbirimize aktarabiliyor olmamızdır. Bunun ilk kez farkına vardığımda hayata bir sure öfkeyle bakmıştım. Üniversitedeki ilk sosyoloji dersimde çok sevdiğim hocam şöyle demişti: “Bu bölümdeki herkesin, hatta bence dünyadaki herkesin sosyolojik düşünebilmesi, sosyolojik hayal gücünün olması gerekir.” Bunun ilk adımı da dünyada bulunan bütün fikirleri önce fark etmek sonra da anlamaktır. Eleştiriye ya da hor görmeye başlamadan önce ilk hedefimiz anlamak olmalı yani sadece. Zaten çoğu din, spirituel inanış veya herhangi bir mezhep kendi çerçevesinde, kendi çevresinin anlayabildiği kadar anlamlıdır aslında. İnsan olmanın da getirdiği en iyi özellik “anlayabilmek” ve anlarken sorgulayabilmek.

Attığımız her adım, aldığımız her nefes belli bir sistematik düşünme gerektirmese de onları metaforik olarak hayatımızı şekillendiren en büyük unsurlar olarak görebiliriz. Bizi insan yapan, bizi hayata bağlayan şeylerden biri attığımız adımların ve aldığımız her nefesin anlamını fiziksel bakımdan değil de ruhani bakımdan yorumluyor oluşumuzdur hep, çünkü kendimizde ve çevremizde gözlemlediklerimizi, her bir iç çekişimizi ve her koşuşturmamızı biyolojimize bağlamakla çözümleyemiyoruz. Adım atmayı, düşünmeyi, duygusal bir şey olarak gördüğümüzde insanızdır aslında. Yani insan olmak, eleştirebilmek, dünyanın düz olduğunu savunurken eleştirilmek, günlük olaylar üzerine tartışmak ya da sağ görüşü tamamen yok ettikten sonra kalan solun da ikiye bölüneceğini fark etmek ya da bazen de fark edememektir aslında. 

İnsanı insan yapan en değerli unsurlardan biri- “düşünmek”, günün sonunda insanı hem kendinden hem diğerlerinden uzaklaştıran ve anı yaşamayı imkânsız kılan bir şey olarak da çıkar karşımıza. Geçmişin güzelliğine, rahatlığına, tanıdıklığına düşkünlüğümüz ve hakkında olmayanı oldurtan düşüncelerimizdir belki de bizi biz yapan, insan yapan. Ya da kafamızda kurduğumuz senaryolardan oluşan hayatımızın bölük pörçük halleridir kendimizi insan olarak, hissedebilen bir insan olarak tanımlayabiliyor olmamız. Kendi görüşümüzü dibine kadar savunduğumuzda hissettiğimiz gururdur belki de bize insan olduğumuzu hissettiren. Yaptığımız hataları, yanlış yorumladığımız durumları, normlara uymayan düşüncelerimizi yüksek bir bilinçle değiştirdiğimizde insanızdır belki de. Boş tavanlara bakmak günlük rutinimin bir parçası haline geldiğinden beri bu düşüncelerin beni hayata karşı öfkelendirdiğini degil de aksine özgürleştirdiğini fark etmiştim. Çok düşünmenin insanı mahkum etmekten ziyade özgürleştirdiğini, özgürleştikce büyüttüğünü anlamaya başlamıştım.

İnsan olmanın birçok tanımını da saymak mümkün. Kimisi insanları bir hayvandan sayar ve “Hepimiz canlıyız” deyip bir sonraki konuya geçer, bir başkası ise insan bir robottur der ve günümüz toplumlarında bireysel kimliğin ne kadar bulanıklaştığına atıf yapar. Mark Twain insanı bir bukalemuna benzetir çünkü insanların girdikleri her ortama bir şekilde ayak uydurduğunu ve orada bir benlik yarattığını söyler. İnsan olmak, günün sonunda zor bir şeydir aslında. Bunun sebebi de hem kelimenin tam anlamıyla birer “insan” oluşumuz hem de bu anlamı kendimiz yaratmamızdır. Nasıl insan olunduğu kendi çevremizce belirlerken, hangi hareketi, düşünceyi, yaşayış biçimini nasıl, ne şekilde, nerede yaşayacağımızı biz tanımlarız. Bu tanımlamaları da kendimize özgür bir alan yaratmak için normlarımız ve değerlerimiz etrafında belirleriz.

Sonuç olarak Engin Gençtan’ın da anlatmak istediği gibi, kendimize yarattığımız evren, bizi özgürleştirmeye çokça yeterlidir aslında. Evet, bireyin özgürlüğü bir noktaya kadar sınırlıdır, fakat bunu nasıl tanımladığımız, evreni nasıl bildiğimiz, nasıl bir insan olduğumuz ve tüm bunları nasıl değiştirebileceğimiz, binlerce olasılığın arasında, bize kalmış. Her şeyden önce yapmamız gereken şey, yani kendimizi tanımak, hayat denilen yarattığımız bu karmaşa sonucu bazen en son bazen de hiç yapmadığımız bir şey aslında.

Bu haber toplam 2902 defa okunmuştur
Gaile 502. Sayısı

Gaile 502. Sayısı