“Bulmak Ölmektir, Aramaksa Yaşamak”
“Bulmak Ölmektir, Aramaksa Yaşamak”
Hakkı YÜCEL
[email protected]
O fotoğraf neredeyse bir klasiktir. Bilenler bilir, Walter Benjamin Paris’te yaşadığı yıllarda vazgeçilmez mesken olarak tututtuğu Biblioteque Nationale’de (Milli Kütüphane’de) masa başındadır, adeta huşu içinde hemen yanıbaşında duran kitaba eğilmiş, neredeyse ömrünü adadığı ama tamamlayamadığı ünlü eseri ‘Pasajlar’ için aldığı notları, dolmakalemi ile önündeki kartlara aktarmaktadır. Aynı fotoğrafta masanın üzerinde toplamı binleri bulacak olan kimi kartlar da görülmektedir. Geçtiğimiz günlerde, Oğuz Demiralp’in “Tanrı Bakışlı Çocuk (Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Denemeler)” kitabını (YKY Yayınları) yeniden karıştırırken, kitapta yer almasa da önce çok bildik bu fotoğrafı hatırladım; sonra Benjamin’in kendisi hakkında söylediği, benim de ilk okuduğumda altını çizdiğim cümleyle karşılaşınca dönüp o fotoğrafa bir daha baktım. Şunu söylüyordu Benjamin: “Kendimi sözcüklere -aslında bulutlardan başka bir şey değillerdir- saklamayı çok erken öğrendim.” Orasından burasından zaman zaman dönüp yeniden okuduğum, ve asıl ilginç olan şudur ki, her seferinde bir başka şeyin -bir başka anlamlandırmanın, bir başka yorumlamanın- farkına vardığım Benjamin’de, bu kez, o klasikleşen fotoğrafla bu otobiyografik cümle arasında kendimce bir özdeşlik ilişkisi kurdum. Bu kadarla da kalmadım, kendimce kurduğum -bu aynı zamanda yanılabilirim de demek- bu özdeşlik ilişkisini, yenile okuduğum bir kitapta yer alan bir ara başlığı -daha çok aşk üzerine söylenmişse de- (Cemil Meriç’in Psikobiyografisi- Murat Beyazyüz- Timaş Yayınları. S.269) ödünç alarak onunla tanımladım ve keza bu yazının başlığı da yaptım: “Bulmak ölmektir, aramaksa yaşamak”. İddia ya da tespit buysa haliyle ‘neden’-‘nasıl’ soruları kaçınılmaz olarak öne çıkacak ve yanıtlarını bekleyecektir. Anlatmaya çalışayım..
Fotoğrafı şimdilik bir kenara koyarsak, Benjamin okumalarımda, onun başından beri çok etkilendiğim dille kurduğu ilişkiyi ve ‘yazın dili’nin doğurgan derinliğini hatırlayınca, bir bakıma bu olağanüstü dünyanın ön habercisi olan veciz cümle üzerine yeniden düşündüm. Aklıma düşen soru şuydu: Bu cümle sadece erken yaşlarda kitaplarla hemhal olmuş, bir kitap kurdunu, bir bibliyofili mi anlatıyordu, yoksa bütün bunlardan fazlasını mı ima ediyordu. Benjamin’in kendi müktesebatının muhtevası mı teşvik ediyordu bu soruyu, yoksa ‘aşırı yorum’ yapma hevesine mi kapılmıştım bilmiyorum, ama bu cümlede yer alan “bulutlar” metaforu zihnimi zorluyordu ve ben, Benjamin’in sözcükleri bulutlarla özdeşleştirmesini, onlara (sözcüklere) ‘göksel’ bir mahiyet atfetmesi, bir başka ifadeyle onların ‘gökyüzünden toplandıklarının’ ifadesi olarak anlıyordum. Bu durumda akla bir başka soru daha gelecektir kuşkusuz: İyi de ‘gökyüzündeki sözcükler’ ya da ‘sözcüklerin gökyüzünden toplanması’ ne demektir? Kanımca şu: Eğer gökyüzü sonsuzluğu, genişliği ve derinliği ima ediyorsa, o halde ‘gökyüzünün sözcükleri’ ya da ‘gökyüzünden toplanan sözcükler’ bu sonsuzluğa, genişliğe ve derinliğe denk düşen bir mahiyet taşıyorlar demektir; ileriye doğru bir adım daha atarak söyleyecek olursak burada(n) neşet eden gökyüzünün sonsuzluğunu, genişiliğini ve derinliğini içkin bir başka dil ve nihayet bir başka yazı serüveni var demektir.
İster baştan sona doğru gidilerek, istenirse sondan başa doğru dönülerek Benjamin’in dil ve yazı serüveni irdelenecek olsun; onun çok erken yaşlarda bulutlara benzeterek kendini içine sakladığı sözcüklerinde de, sonradan üslup ve muhteva olarak bizatihi kendi dilini oluşturacak sözcüklerinde de işte bu başkalık ve farklılık hep dikkat çekecektir. Demiralp’in de özgün çalışmasında vurguladığı gibi “Benjamin için yazmak, dilin sınırlarını söylenemez, dile getirilemez denilene doğru genişletmektir. Başka bir açıdan bakıldığında, dilin derinine inmekte, dili derinleştirmektedir.(.....) Bu çerçevede yazarın etkinliğini yönelteceği dilsel bölge söylenemez denilenin bulunduğu bölgedir. Yazarın işi bu bölgeyi keşfe çıkmak, söylenemez denilenin ağırlığını duymak, duyumsamak, duyumsattırmaktır” Çok farklı kaynaklardan beslenen ve bu nedenle çoğul bir karakter taşıyan, kendini çoğul bir karaktere dönüştüren, bir başka ifadeyle çoklu yoruma açık olan ve son kertede hakikati dilde kuran Benjamin tam da bunu yapmaktadır. Ve dahası bunu yaparken de yine Demiralp’in belirttiği gibi “dilin en yoğun bölgelerine, felsefeye ve yazına yönelmesi doğaldır.”
Benjamin dili için kullanılabilecek belki en kritik cümle de kanımca budur ve herhalde dikkatli Benjamin okurları bu tespite itiraz etmeyeceklerdir. Etmemek gerekir diye düşünüyorum çünkü Benjamin’in dili -yazıları-, felsefeyi ve yazını (edebiyatı) kendinde içeren bir mahiyet taşımaktadır. İlk bakışta onun hem bir düşünce insanı ve edebiyat eleştirmeni, hem kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı olması bunun doğal bir tercih olması gerektiğini ima ediyorsada, Benjamin’in dilinin farklılığı, buradaki tercihin doğaldan öte iradi/bilinçli bir tercih olduğunu ve ciddi bir zahmeti gerektirdiğini açıkça ortaya koyacak bir özgünlükten kaynaklanmaktadır. O özgünlük de vurgulandığı üzere dilinin sınırlarını “söylenemez, dile getirilemez denilene doğru genişletmektedir.(....) dilin derinine inmekte, dili derinleştirmektedir”. Daha net bir ifadeyle söylemek gerekirse Benjamin’de dil, felsefeyle yazının (edebiyat) içiçe geçtiği bir ufuk yolculuğudur. Öyle olduğu için sistem kuran bir filozof değildir Benjamin, tam aksine sistem bozan, sorgulayan, eleştiren, çoklu bakmasını esas alan ve asıl onu okuyana da bu imkânı sunan bir düşünce insanıdır. Bu nedenledir ki Benjamin metinleri mutlak hakikatin tutsağı değil, hakikatin değişkenliğine denk düşen çoklu yorumlara açık, okurunu da buna teşvik eden yoğunluk ve derinlik içermektedir. (Bir meydanı tanımak için oraya en az dört yönden girmek ve mümkünse dört ayrı yönden çıkmak gerekmektedir diyen O’dur)
Başa dönerek sözcükler için kullandığı ‘bulutlar’ metaforunu hatırlayacak olursak şunu söylemek mümkündür: Gökyüzüyle yeryüzünün birleştiği -aslında birleşmediği- yere doğru bir keşif yolculuğudur Benjamin metinleri ve Benjamin okumak; söylenenin sınırından (ufuk) söylenmeyene, yani sınırın ötesine (ufuk ötesine) geçerek devşirilen yaratıcı/doğurgan dilin yolculuğudur. Buradan bakınca çokluğu ve çoğulluğu, bu bağlamda bir dinamizmi içkin böylesi yoğun bir müktesebatın kimi zaman paradokslar ya da kendi söylediklerini inkâr edecek örnekler içermesi bir bakıma kaçınılmazdır. Ancak böyle olması onun zafiyeti olmaktan ziyade çokluğu ve çoğulluğu içkin doğurgan muhtevası gereğidir ve aykırılığı da büyük oranda buradan kaynaklanmaktadır. Bu aykırılığının onu zora sokacağı da aşikârdır, nitekim bir misâl, akademinin kapıları ona her zaman kapalı olmuştur. Doçentlik tezi kabul edilmemiştir. Akademinin takır tukur eden, bürokratik, daha çok plastik, disipliner,ruhsuz dili şüphesiz bu kendine mahsus, disiplinleri aşan özgün dili kabul etmeyecektir. Etmiyecektir etmesine ama onu reddedenler isimleri unutulanlar kervanında yok olup giderken Benjamin’in aradan “onyıllar geçtikten sonra üstüne tezler” yazılmaya devam edecektir.
Kendi adıma, bir Benjamin klasiği olan Bilioteque Nationale’de çekilmiş fotoğrafı ve onun kendisini anlatırken söylediği otobiyografik cümleyi yanyana koyunca gördüğüm; ufuk yolcuğuna çıkmış, sürekli bir sorgulama ve arayış içinde olan, bunu yaparken de gökyüzünden devşirdiği sözcükleri yeryüzünde çoğaltarak bu yoğunluğu diline içkin kılan, ancak bununla yetinmeyen, keşif ve arayış yolculuğunu sürdürmeye devam eden, dinamik ve yaratıcı bir irade/bilincin ve de dilin varlığıdır. Onu bugün hâlâ okunur ve talep edilir kılan da bu olsa gerektir ve herhalde bugünün irade/bilinç dünyasının bundan çıkaracağı dersler vardır. Çizmeye çalıştığımız Benjamin tablosunun altına ona denk düşen notu bir kez daha yazarak bitirelim:
“Bulmak ölmektir, aramaksa yaşamak.”