1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Buralar hep Teksas olsun istiyorum!
Buralar hep Teksas olsun istiyorum!

Buralar hep Teksas olsun istiyorum!

Buralar hep Teksas olsun istiyorum!

A+A-

Feminist Atölye - FEMA
[email protected]

Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Serdar Denktaş son dönemde hükümetin usulsüz icraatlarına karşı peş peşe açılan davalardan dem vurmuş ve ‘hukuku siyasileştiriyorlar’ demiş. Sn Denktaş’ın demokrasi ile sorunu olduğu aşikar. Hatırlanacağı üzere daha önce de Avrupa Birliği’nin Kıbrıslıtürk toplumuna aktardığı hibelerden faydalanan örgütleri eleştirerek onlara AB’nin ajanı muamelesi yapmıştı, sebebi ise günlerce süren REDDEDİYORUZ platformu eylemleriydi. Bu hafta başında ilgili meslek odaları ve Girne İnisiyatifi nin Girne 2. Bölge Emirnamesi’nde yapılan değişikliklere ilişkin dosyaladığı davada ise savcılığın hüküm girmesi ardına savcılığın değişiklikleri iptal etmesi sanıyoruz ki Sn Denktaş için bardağı taşıran son damla oldu ve çıkıp gerekirse tüm emirnameleri kaldıracağını, sömürge zamanından kalan bir yasa olan Fasıl 96’ı çalıştıracağını ve mahkemelerin siyasi emellere alet edildiğini söyledi. Hukuk denilen kurumun varlık nedenlerini pek anlayamamış olmasından kaynaklı mıdır bilinmez ama, bu kuruma karşı müthiş bir rahatsızlık geliştirmiş olduğu aşikar. Sn Denktaş’ın canını sıkan ve eleştirdiği hadiseler ise hükümetinin yapmış olduğu icraatları hukuksuz ilan eden, bunlara karşı çıkan ve eleştirenler. Ancak Serdar Bey eleştirileri ve tabii ki peş peşe alınan ara emirlerini ciddiye alıp kamu yararını gözeten bir siyasetçi olsaydı  icraatlarını tekrardan gözden geçirir, diyalog yoluyla ve diğer tüm demokratik kanallarla halkta yaratmış olduğu huzursuzluğu çözmeye niyetlenirdi. Ancak Sn Denktaş’ın açıklamalarından bizim anladığımız tek şey şudur: kendisi ‘Buralar hep Teksas olsun’ istiyor! Biz de kendisine buraların Teksas olmadığını kendisinin de hukuksuz bir yerin tek karar verici merci olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz!

------------------------------------------------------

Kıvırcık Kezban: Kalplerdeki barış için....
Tv ve sosyal  medyada günü takip etmek işkenceye dönüştü son zamanlarda. Ölüm, acı, gözyaşı, göç ve şiddet haberleri hiç bu kadar  çok  olmamıştı. O kadar ki artık  kanıksıyoruz, hissizleşiyor, duyduklarımızı normalleştirdiğimiz zamanlar artıyor.  Ama  bazen, tek bir cümle, bir fotoğraf,  bir röportaj, insanın yaşadığı  yeri ne hale  getirdiğini  yüzümüze  vurmaya  yetiyor  bir kez  daha. İşte öyle bir sabah haberi ile güne başladım bugün.

Suriye'de  savaşın yıkıp döktüğü sokaklarda, bombaların dağıttığı binaların köşelerinde oyun oynamaya çalışan çocukların haberini izledim. Ağlamayan, fiziksel yaraları  olmayan ve  bütün kötü şartlara rağmen gülümsemeyi unutmamaya çalışan, kalbi yaralı çocukların haberini. Hayata başlarkenki ilk hatıraları şiddet dolu olsa da, geleceğin umuduna sarılmış ürkek çocukların haberi, sabahın ilk ışıklarıyla beni,  o coğrafyadan  çok  uzak  olmayan  bir yerde  yaşayan  beni bir kez  daha  vurdu...
Ne savaş konuşuldu ne de askerler. Ne bomba gürültüleri soruldu ne de ölüm. Basit bir soru ve basit ama ağır, hep aynı cevap…
“Akşam yemekte ne yedin?”“ mercimekli pilav (mıcaddara)”…

“ Dün de buydu, bugün de  bu. Hep aynı yemek. Seviyor musun bu yemeği?” “Hayır. Ama başka yiyecek bir şey yok. Her gün aynı yemek. Sadece bir öğün yiyoruz, o da akşamları.”
Bunları söyleyen çocukların yüzünde buruk bir gülümseme, gözlerinde ise hüzün var. Sokakta oyun oynarken konuştular habercilerle. Ama savaşın yaşandığı harap sokaklarda oyun oynarken.
Bunlar unutulmaz, bu acılar hep çocukluk hatıralarında köşeye de konsa merkezde da olsa hayatı boyunca o çocukla  hep yaşar. Savaş ve şiddet nerde yaşanırsa yaşansın etkisini yıllarca sürdürür. Bu çocuklar yıllar sonra savaşın bittiği, düzenli ve huzur dolu bir ortamın yakalandığı bir ülkeye kavuşsa da, üzerlerinde hep şiddetin izleri kalacak, unutmaya çalıştıkları karanlık günlerin etkisini hep hissedecekler.

Savaşı yaşamış, ölümü burnunun ucunda hissetmiş, şiddetin yakıcı rüzgarında savrulmuş bir ada toplumu olarak biz, bu süreci çok sancılı ve çok zorlanarak geçiştirmeye çalışıyoruz.  Geçiştirmeye diyorum, çünkü geçti mi geçmedi mi emin bile olamıyoruz. Acımızla yüzleşmek istiyor muyuz yoksa sustuğumuz yıllarda geçmişimizi gömerek yakaladığımızı sandığımız yalancı huzurla mı devam etmek istiyoruz tam seçemedik. Barışalım mı yoksa ötekine nefreti besleyip eğreti yaşamaya devam mı edelim…
Geçmiyor, geçmez. Ruhumuzu iyleştirmeden, yaralı hatıralarımızı sarmadan bu sancı bitmez. Savaşın kendisini de sonrasının bataklığını da iliklerine kadar hissetmiş, yaşamış bir toplum olarak nefes alabilmenin tek yolunun barış olduğunu farkedip, ona dört elle sarılmamız lazım. Şiddetin  bizi hiçbir yere götürmediğini bilen toplumun sessiz çoğunluğunun bu günleri bir daha yaşamayı değil, yaraları sarmayı ve yola daha sağlam devam etmenin yolunu bulup yeni nesilleri bu yönde yürümeye desteklemeleri artık çok önemli.
Barışmayıöğrenmek, şiddetin bencil gözüyle bakmayı seçmek yerine,  uyumun birleştiriciliğini seçmenin büyüklüğüdür.

Aynı evde yaşadığın ailene sevgi gözüyle bakabilmektir. Yan komşunla anlaşamadığın için tuğlalar örüp duvar çekmek yerine orta yolu bulmak için iyi niyetli olmayı unutmamaktır.  İç huzurun, iç barışın yakalanması için, hangi dilden, hangi ülkeden yada hangi aileden geldiğine bakmadan insanlara aynı mesafede durabilmektir. Sorun yaşanmayacak diye bir hayal kurmadan, yaşanacak sorunlarıçözme yöntemleri üzerinde insancıl ve şiddet içermeyen yollar bulmaktır.  Ada içinde sınırları derin çukurlarla çizilmiş ve öteki yapılmış toplumların arasındaki o  derin çukurlara çiçekler ekebilmektir.
Bu haberde izlediğim küçük çocuklar umarım bizim kadar gecikmeden barışa kavuşurlar. Ne çocuklar ne de büyükler şiddetin tanıkları olmadan yaşasınlar, farklılıkların ötekileştirmediğinin, hatta daha da güzeli zenginleştirdiğinin bilincinde olarak güçlensinler.  Barış anlaşmalarıyla  gelen süreli barışa değil, zihinlerdeki, kalplerdeki  kalıcı  barışa kavuşmak dileğiyle…

------------------------------------------------------

Malumat-ı Nisvan
1992 ile 2001 arasındaki 31 önemli barış sürecinde  imzacıların sadece %4ü kadındı: baş arabulucuların %2.4ü, şahitlerin %3.7si ve müzakerecilerinse %9u kadındı. (BM Kadın, 2011)

------------------------------------------------------

Mor Kitaplık

Berat Günçıkan – Gölgenin Kadınları

Meral Çelen, Selçuk Uraz, Selçuk Baran, Magdelena Rufer, Şayeste Ayanoğlu, Saynur Güzelson, Elif Sorgun, Nilüfer Saygun, Tolga Tiğin, Nasip İyem, Suat Derviş… Yazar, şair, ressam, müzisyen, oyuncu… Toplumsal zora kulak asmayan, kendilerini gerçekleştirmek adına sert ve hızlı adımlar bu kadınları durduran hep bir erkek oldu. Kendi yaratıcılıklarını âşık oldukları erkeklerin daha kolay ve rahat üretebilmeleri için bir daha kullanmamak üzere terk ettiler. Çoğu pişman olmadı, ama zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı hemen hepsi başka bir yoldan yürümeye hazırdı.
Aziz Nesin, Ulvi Uraz, Ayhan Bayhan, Sabahattin Eyüboğlu, Sami Ayanoğlu, Halim Şefik, Cemal Süreya, Adnan Saygun, Oğuz Aral, Nuri İyem, Reşat Fuat Baraner… Şair, karikatürist, müzisyen, yazar, ressam… Vardılar ve kendinden vazgeçmenin ne demek olduğunu hiç anlayamadılar…
Gölge sükunet değil, üşümenin adıdır ve bunu kadınlar iyi bilir… 

------------------------------------------------------

Biraz da gülelim

Bu haber toplam 2350 defa okunmuştur
Gaile 390. Sayısı

Gaile 390. Sayısı