Buralarda Kimler Kaldı?
Masada bir o, bir ben varım.
Karşımda oturuyor.
Sol elinde bir sigara, beyaz gömleğinin üst düğmeleri açık, saçlarında aklar, dilinde bir mırıltı...
Gözlerinde yaşlar.
Yüzündeki kırışıklıklar, ellerindeki... Bir an düşünüyorum da, geçmişin izleri bunlar, derinlerde kalanların çatlakları, bir gözaltında, bir dudak kıvrımında, ayaklarımızda, ellerimizde ya da kalbimizde.
Yürüdüğümüz yollardan geriye kalanlar bir topal yığındır, alkışladıklarımızdan geriye kalanlar nasırlı bir kederdir işte.
Belki rakının efsunu sarmıştır bu yeri göğü, belki bir sarhoşluk halidir şimdi yaşadığımız, yozlaşmanın nedenidir bu salınma, bastığımız toprakta, basıp da geçemediğimiz ve kala kaldığımız bu ada yarımında. Sarılmıştır dört bir yanımız, tutulmuştur tüm hasretlerimiz ve ateşi kim çaldıysa belki de kalbimizi, bizi biz yapanı yakmıştır, onca yol uzaktan gelip yanı başımızda.
Şimdi hava dolaşıp dolaşıp masamıza böyle güzel gelmese, ılık bir meltemin esintisi uğramasa, masada envai çeşit meze, devrilen şişelerin ve şarkıcının şakırtısı olmasa, yani çok uzatmayalım dediğim o ki, bir Lefkoşa gecesini şu adamın kasvetli bakışları basmasa daha iyiydi de, oldu bir kere.
Durduk yere sordu adam işte:
“Söyle, buralarda kimler kaldı?” diye.
“O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” dedim. Bize kendimiz kaldık işte.
Bir sonbahar akşamında sorulacak soru, verilecek cevap bu mudur şimdi?
Memlekette şenlikler, panayırlar, ateşkesler devam ederken ve mühimmatlar patlarken, ve çocuk ölüleri ve koltuklardan adamlar ve devletin öldürdüğü kadınlar ve sahte heykeller ve büyük rozetler ve ünvanlar ve şükranlar yağız bir at gibi şaha kalkmış giderken... söyle yalakalık, pespayelik, varsıllık ve şarlatanlık ve üstelik rüşvetin dik alasına kapatılan dosyaların kanı bulaşmışken, bunları sormuyor da, gelip karşıma oturmuş yalnızlıktan dem vuruyor.
Şöyle oturup iki hasbehal edeceğiz diye, içimde heves bile kalmıyor. Hep şikayet hep şikayet. Ne olmuş yani, kapatsan gözlerini ve görmesen, ve duymasan, sadece kişisel ilişkilerini, çıkarlarını, hesaplarını düşünsen, telefonlar çalsa ve sansür istesen, yazmayın desen, onu yazmayın, beni yazın! Ben de adamım desen, olmaz mıydı?
Şimdi oturmuş, bu adam yüzünden buralarda kimler kaldığını sayıyorum.
Korkaklığın kalemşörlüğünü yapanların, parti rozetlerini beynine satanların, içinde memleket yerine başka şeyler sokanların arasında kaldık. Makul olamadık, malul olamadık, suskunları oynayamadık, hep konuştuk, her daim yürüdük ve her ne sebeple olursa olsun köre kör, arşına bez, taşa taş, faşiste faşist, vatana vatan, yatana yatır, krala bile çıplak dedik.
Dedik.
O yüzden karşımdaki adam soradursun, ve ağlasın isterse hüznünden, bir avuç da kalsak daha bitmedi dedim, gidenler gidecek ve kalanlar yine kaldığı yerden devam diyecek.
Proust, “Umudun zararsız hazlarından da yoksunuz bundan böyle. Umut bir inanç eylemidir. Biz onun inanırlığını suiistimal ettik. Umut öldü.” diyebilir.
Umudu öldürenleri de biliriz biz, bize değil başkalarına benzeşenleri de.
Onların dili, onların eli, beli olanları da.
Biliriz.
Ağlayan bir adam gördüm.
Yurdumun yarısında,
Bir gece, yeniden buluşmak üzere ayrılırken,
Bu defaya daha çok olalım diye sözleştik.
O yoluna gitti, ben de kendi yoluma.