Burası ANKARA!
Yahya Kemal Beyatlı için, “dünya İstanbul’dan ibaretti” dersem, sanırım yanlış bir sözle başlamış olmayacağım. Öylesine tutkundur ki Beyatlı İstanbul’a:
“Bir gün dönüş olsa âhiretten:
İstanbul’a dönmek isterim ben.” diyerek, bir yaşam hakkı daha olsa elbette İstanbul’dan başka bir yerde yaşamak, nefes almak, yaşanmışlıklarını biriktirmek ve sonrasında yeniden aynı şehirde soluğunu bırakarak sonsuzluğa göçmek istediğini anlıyorsunuz. İstanbul doğumlu olmamasına rağmen yedi tepeli şehir, onun sözlerinden önce yüreğinde belirirdi.
Doğrusu söylemek gerekirse, merak ediyorum: İstanbul’un başına gelenleri bulunduğu yerden bugün izliyor mudur? Acaba bugün yaşasaydı Gezi Parkı’nın dilek ağacına neler yazardı? Taksim’in değişen görüntüsüne hangi sözleriyle yön verirdi? Yahya Kemal her dizesinde sözcüklerini özgürce dile getirdi, özgür İstanbul’a karşı! Her köşesine bir hikâyenin gizlendiği bu şehir, yazarların ve şairlerin dile getirdiği gibi gerçekten “özgür” müydü?
Bir diğer şair, malumunuz Nazım Hikmet Gülhane Parkı’nın Ceviz Ağacı’nda saklanırken gözlerden uzak “Özgür İstanbul” düşlerinden bir tutam gözyaşı kondurmuş mudur yanaklarımıza? Her iki değerin yaşadığı zamanlardan bugüne İstanbul çok değişti. Anadolu’dan gelen göçle siluetin içine yeni gölgeler eklendi. Hem şehrin içinde, hem de şehrin dışında otoyollar inşa edildi, binalara yenileri eklendi; eklenirken kimisi yıkıldı, kimisi “modern” çağın masallarında kimlik değiştirdi. Mekan kavramı şehre, şehir ise anakenet’e evirildi. Sonuçta Boğaz’ı bağlayan iki köprü vardı yakın geçmişte, üçüncüsü için temel atıldı. Bir zamanların kırlık alanlarında “uydu-kent” denilen yeni manzaralarda siluetin içinde yükselen “yenileşme dinamiği” olanca hızıyla şehri, bir anakent imajına doğru hızla evirerek önlenmesi güç bir “Şehir Tufan”ı yarattı. Hal böyle olunca da Taksim’in değişim rüzgârlarıyla başlayan “özgür müyüz?” sorusunun cevabı, Gezi Parkı’ndaki bir avuç gencin direnişinde deryaya dönüştü. Son 12 gündür tüm yaşananları betonlaşmaya karşı özgürleşme olarak algılayarak, insan aklının yeniden doğanın doğal biçimlenişine yüzünü çevirdiğini görmekteyiz. Herkes insanlık adına hakkını, doğal hakkını/yaşam hakkını, yani özgür bireyin “şehirleşme” denilen bedenin içindeki nefes alanını isteyip, duyumsayıp birlikten güç doğar mantığıyla hareket ettiğini ve bunun adının da “genç” olduğunun farkındadır sanırım(?)! Eski şehrin genç görünümünden ciddi bir genç nüfusun fırlayarak aklımıza başımıza getirdiğini de söyleyebiliriz.
Taksim Gezi Parkı, İstanbul’un özgürlüğü için korunmalıdır! Çünkü yarınlarda, hepimizin ihtiyacı olacağı gerçeğindeki kilit noktada durmaktayız. Önce ağaçlara sarılarak başladı özgürlük istemi -ki, özgürlük bir ağaç için miydi? Yoksa bir ağaç mıydı insana özgür olması gerektiğini hatırlatan?!- sonrasında meydanların sesine karıştı özgürlük sesleri. Bu yazıda her türlü şiddetin yaşandığı olay/lar anlatımdan uzak durarak, cümlelerimin içine “her şey bir şehri sevmekle başlar” gibi bir anlayışı yerleştirmekten yana bir yol haritası izlediğimin önemle altını çizmek istiyorum. Bir ağaca sarılıp özgür olmayı düşlemekle başladı, şehrin betonlaşan siluetinin ardındaki aydınlığı görmek! Şehrin getirim temelli büyüme fırtınası, kalbine dokunmuş, midesini bulandırmış ve içe dolanların kusulduğu bir atmosferin oluşumuna “Bingbang” etkisi sağlamıştır. Bugüne geldiğimizde yüreğine İstanbul’u kazıyan bir gençliğin bize öğrettiklerini yaşadık; geçen son 12 günlük zaman seyrüseferinde!
***
Soru şu ki: İnsan sevdiği için mi bir şehirde yaşar? Şehir midir yaşamı sevdiren yaşamak için?! Bu soruların yanıtını bir Kıbrıslı olarak inanın artık bulmakta ve cevap bağlamında adını koymakta zorlanıyorum. Yüreğime kazınan Girne ve de yaşamıma yazılan Ankara oldukça da, bu soruların yanıtı cevaplamaktan öte, yeni soruların içinde kendiliğim kaybolmuş durumda! Gerçek şu ki: Bir şehrin hikâyesinde kaybolup halkının siluetlerinde yeniden doğduğumun bilinciyle bakıyorum, doğduğum adaya… Bazen sevdiği yerden ayrılmak zorunda kalır insan. En güzeli de sevdiğiniz yere dönüşlerdir her zaman… Ayrılıklarla anlıyor insan sevdiklerinin kıymetini… Ayrılığın acısının adı da: özlemek, değil midir?
İstanbul’un özel ve güzel yerleri söylemekle, anlatmakla ve yıllardır şairlere yazarlara konu olmakla bitmedi. Tükenmedi. Her vaktin kendiliğinden günün farklı zamanlarına yansıyan bir güzelliği, her semtin ayrı bir havası ve ayrı bir çekiciliği vardır. Bugünlerde hepimiz için en azından kendi yaşam çemberinde atan kalplerin dil birliğinde, telaffuz ettikleri tek bir yer var: Taksim! Evet, birçok insanın gözünde ve akıl dünyasında bir fidan için başladı her şey cümlesinin yazılı olduğunun farkındayım. Fidan değil, fidanlar söz konusuyla, bu düşüncedeki somut verinin yani ağacın gölgesinden kurtulduğunuzda farklı bir yöne koşmakla ışığın geldiği yönü görebiliyorsunuz. Gölgelerden ibaretse görülenler, zincirinizi bile fark edemezsiniz? Ne zaman başlarsa gölgeden aydınlığa doğru bakışlar o zaman bir fidanın içinden çıkan yakamozları gecenin koynundan çekip çıkarıyorsunuz. Yakamozların adı: Özgürlük!
***
Bir gün Yahya Kemal’e sorarlar: “Ankara’nın neyini seviyorsunuz?” “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür” diyerek cevaplar şair. Bu cümlenin içindeki anlamları çözümleye durayım derken, Can Dündar’ın deyişiyle Yahya Kemal’i ters köşeye yatıran yeni bir söz okudum: “Ankara’nın en iyi tarafı İstanbul’dan dönmesidir.” İstanbullular için yanlış kurulmuş bir cümle, Ankaralılar için ise manifesto…
(Bana sorarsanız Ankara’ya gitmenin en güzel yanı Girne’ye ister uzun sürede, isterse kısa sürede yeniden döneceğimdir. Peki, bir gün temelli dönmek mümkün olacak mıdır? Bazen evet, bazen hayır olarak cevaplasam da bu soruyu, görünen gerçek şu ki: doğduğum yer ve yaşadığım yerin ters orantı düzleminde, bir harmanın bu günlerde!)
“SEKİZ kuşak Makedon olmama rağmen, seksen senedir Ankaralıyım…” diyerek söze başlar Kurthan Fişek! İçindeki Ankara sevgisiyle de Yahya Kemal’i ters köşeye yatırır. Semt-semt tanıtır, hatırlatır Ankara’yı Burası ANKARA kitabında okuyucuya… Kitabın 41. Sayfasına şu sözlerle başlar Kurthan Hoca: “ANKARA benim için önemlidir. Ankara benim için Kızılay’dır.”
Kızılay’ı tam tarif edemedim galiba…
Çankaya’dan Ulus’a, Dışkapı’ya, Esenboğa’ya düz çizgi çekin…
Bir çizgi daha çekin… Bahçelievler’den Cebeci’ye doğru… Kesiştikleri yer Kızılay’dır.
Son on günde, 25 yılda duyumsamadığım birçok duygunun karmaşasında, yeniden tanıdım yaşamıma yazılan şehri… İstanbul Taksim Meydanı’nda başlayıp Kızılay’a kadar geldi bir ağacın başlattığı çığlıklar… Ankara’yı gördüm yeni baştan. Yılın sekiz ayında gökyüzünden eksilmeyen gri bulutlar silindi, görünmez oldu gözümde.
Özür diledim Ankara’dan; geçen yıllara rağmen onu sevmediğimden dolayı…
“Değişiyor bu şehir, genişliyor ve yükseliyor.” dedim hep derslerimde.
Ama unuttuğum bir şey vardı:
Kızılay hiç değişmedi. Hep aynı kaldı.