1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. BÜYÜ HİÇ BOZULMASIN!
BÜYÜ HİÇ BOZULMASIN!

BÜYÜ HİÇ BOZULMASIN!

BÜYÜ HİÇ BOZULMASIN!

A+A-

 

Ahmet GÜNBAŞ
[email protected]


Şiirin karşılıkları arasında “büyülü söz, kanatlı öz” gibi kısa tanımlar vardır. Kıbrıslı şair Fatoş Avcısoyu Ruso’nun ilk yapıtına Büyü* adını vermesi aynı eksende gezindiğini gösterir. Kitabın başına bir önsöz düşüren editör Gürgenç Korkmazel’in, “Bitti mi büyü? Güncel olanla fazla ilgilenenler; popüler ve moda olanın peşinde koşanlar, ana yolcular, ana akımcılar; gündem ve elektronik iletişimle fazla meşgul olanlar ‘bitti’ diyebilir; oysa onca hızla, teknolojiye ve bu korkunç sistemindeki üretim-tüketim ilişkilerine rağmen bitmedi. Yaşamı yavaşlatan, yavaşlatırken de derinleşen aşk ve şiir var olduğu sürece de bitmeyecek,”  (s:5)şeklindeki açıklamasına bakılırsa, şiirin büyüsünün insanın varlığıyla eşdeğer bir önem arz ettiğini anlarız. “İyi ki şiir var!” derken insanın varlığını da sorgulamak zorunda olduğumuzu belirtelim. Bu anlamda büyüyü yitirmek, her türlü ilkelliği baş tacı etmekle doğru orantılıdır. Kitabın sonunda kimi şiirlerle ilgili “İZ’ler’ bölümüne öncelikle göz gezdirirseniz, Büyü’yü ortaya çıkaran nedenlerden ayrıntılara daha çabuk ulaşırsınız. İnsana özgü nesnel ortamdan sıçrayan ayrıntıları şiire dönüştürmek başlı başına derinlik denemesidir. O izler ki her biri büyüsünü içinde taşır; özlemle şairini/şiirini bekler bir yerlerde!
Büyü’yü oluşturan şiirlerin minimal düzeyde çizip geçen bir yanı olduğu çok açık! Şair, az ama öz söyleyerek kısa biçemlerin ötesinde şiirsel boşluklara sürükler bizi. İşte büyüye o boşluklarda yakalanırız. Şiirin yeniden üretimi kapımızı çalan çınlamaların uğultusunda gizlenir.  “kalabalıklardan kaçan / yalnız bir kadındır / şiir” (s:9)  adresindeki yalnızlığı ele geçirdiğimizde, söylenmemişe ilişkin ipuçlarına da erişiriz. Bir kent, bir şair, bir şiir, bir şarkı, bir aşk, bir kadın, bir çocuk, bir katliam, bir göç, özetle her şeyin içindedir büyü! Çoğu hüzne yazılı çırpınışlarla anılır. Böyle bir ortamda dua niyetine Aşk Tanrısı’ndan esinlenen bir şiiri mayalamak büyülerin en güzelidir. Afrodit çocuklarına da bu yakışır:
 

“afrodit
uçur güvercinini olimpos’tan roma’ya
söyle
bir ülke de bizim için kursun oeneos
bir destan da bizim için yazsın vergilius
ve
yeniden bahşedilsin barış ruhu
topraklarımızın” (s:72)

 

Öyle görünüyor ki son yıllarda barış adına epeyce yol kat edildi Kıbrıs’ta. Bir grup yürekli politikacıyla birlikte kuşkusuz Kıbrıslı sanatçıların da payı var bu parıltılı serüvende. Hatta bizzat sanatın barışı üstelediğinden söz edebiliriz. Çünkü sanat da barışla gelişir, kök salar, dallanır budaklanır.  Şairlerse oldum olası barış sarhoşudurlar. Ne pahasına olurla olsun savaşa karşı dururlar. Ancak şurası bir gerçek ki dünya barışına katkı sunmadan salt iç barışla yetinmek, gelecekteki domino etkisini hiçe saymakla eşanlamlıdır. Bu yüzden barış, her yer yerde, her alanda savunulacak öncelikli, onurlu ve evrensel bir uğraştır. Örneğin bir Srebrenitsa katliamını görmezden gelmeye hakkı yoktur hiçbir şairin. Ondan yansıyan aşkın acıyı ve utancı duyurmak zorundadır. Aynı şekilde Souvez Nous’da İstanbul’a bakarken Struma faciasını anımsamak, bir başka trajediyi akla getirerek belleği diri tutmayı amaçlar. (Struma, 1942’de Köstence’den yola çıkıp İstanbul’a sığınmaya çalışan bir Yahudi mülteci gemisidir. Dönemin Türk hükümetince mültecilerin iltica isteği kabul edilmeyince gemi yeniden Karadeniz’e açılmak zorunda kalmış ve bir torpidoyla batırılmıştır) Yoksa “inkârı oluruz / kirli zamanların” (s:66) der Ruso. Dahası kutsal yalanların ve itiş kakışların arasında çocukların barış-yarış koşturduğu bir geleceği düşlemeyi öncelikli görevleri arasında sayar:
 

“çan sesleri ürpertince
güvercinleri
ve ezan esleri
korkutunca köpekleri
kim olduğumu unutup
çöpe atıyorum tanrıları

ve tanrı yapıyorum
çocukları”
(s:67)

Çocukları Tanrı’ya dönüştüren bir duyarlık, kısacık yaşamlarında dünyayı onlara dar eden aşağılık darbelerin farkındadır elbet. Ne var ki gözlerimiz önünde işlenen cinayetlerle bu kanama devam etmektedir. Yüzyılından utanç duymayan bir şairden söz etmek olası mıdır sizce?
Bağışlayın, bendeniz, bazen bir kitabı okumaya son sayfalarından başlarım. Büyü’ye de böyle yaklaştım. Çünkü şairin okuru getirip bıraktığı noktada hoş parıltılar var. Özellikle çocuklar için yazılanlar çığlık çığlığa ardışık bir sıra oluşturmakta… Bu çığlıklarla örülü bölümde Kuşkanatlı Çocuk’u görmezden gelmek insafsızlık olurdu doğrusu:
 

“kanlı avuçlarında
tanrının
çırnıyor
kuşkanatlı bir çocuk
yetişemiyorum” (s:65)

 

Çocuklara yetişememek ne büyük felaket?.. Kanlı topraklarda neredeyse ölüme doğuyor minicik bedenler! Şairin az önce sözünü ettiği Ütopya’ya bağlı kalarak değerlendirilmesi gereken Küçüğüm şiirini de, iyi dileklerine katılarak dua niyetine okuyabilirsiniz:
 

“dokun
kuştüyü ellerinle
yüreğine acının
dokun (ki)
oyun olsun yaşamak”
(s:62)

Tüm ölümleri birbirine eklediğimizde, gerçektir ki çocuk ölümleri ağır basar. Öyle sanıyorum, “kapı aralığından sızan / rüzgârı / adlandıramayacak kadar / kısaydı zaman” (s:49) ürpertisiyle biten Ölüm şiiri yine çocukları işaret etmekte.
Ruso, daha çok an’ları örgütleyen kısa şiirlere eğilimli. Usulca çarpıp geçmelerden sarsıntılar yaratmak, diyelim buna.  Okur, darbenin farkına vardıktan sonra ne olduğunu anlamak için o sese doğru koşar çok yönlü sorularla. Örneğin, “çocuk seslerinin / rüzgâra karışmadığı / bir yerdin // şiddetle çarpınca bana / anladım” (s:41) dizelerinden oluşan Kaza şiirini irdelediğimizde, bizi çarpanın sevgisiz bir rüzgâr olduğunu duyumsarız. Böylece ‘kaza’ denilen olgu büyük bir yanlışa, daha belirgin biçimde söylersek ‘yanlış bir kişiliğe’ eşitlenir.
Şair, bir kadındır her şeyden önce. Bu yüzden kadın duyarlığı önemli bir yer tutar şiirlerinde. Bir yerde bakış açısına ilişkin uyarıdır bu.  Söz konusu kaçıştan ve farklı yalnızlıktan doğan dalgalanmalarla sık sık yüz yüze gelebiliriz. Eksik Ada’da yaşadığı topraklarla ilişkilendirirken, “eksik adamlar”  imgesiyle toplumsal bölünmüşlüğü yan yana getirmeye çalışır. Konu ‘aşk’a geldiğinde eksiklik bir cinayet gibi sırıtır. Son Sevişme başlığına aldanmayın sakın, aslında ilk sevişmesi de meçhuldür “arsız adamlar”ın ağırlandığı bedenlerin. Tıpkı ölüme doğan savaşın çocukları gibi kadın da erkekegemen tahakküme karış ölü doğmuş sayılır. Yani kadınlarla erken ölen çocuklar arasında pek fark yoktur genelde. Dilerseniz, kadınların yalnız girip yine yalnız çıktıkları Son Sevişme’nin fonunda bezgin adımlarla dolaşalım:

“kaçak bedenlerinde
arsız adamları ağırlıyor
kadınlar

dillerinde
hiçliğe bulanmış
birer küfür
damlara düşüyor
kuş ölüleri

talan bir şehirde
yalnızlıkla sevişen geceye
asılıp kalıyorum öyle” (s:78)

 

Tam burada kadının ütopyasını canlandıran Büyü şiirinden söz etmenin zamanıdır. Aşk ve şiir iç içe girer kadınlığın büyülü özgür havasında. Tensel buluşmalarının şenliğinde cıvıltıyla kanat çırpılır durmadan. Tutsak zamanların çocuğu da azat edilir böyle bir ortamda kafesinden. Tüm kargışlamalara karşın aşkın karşılığı olarak kayıtlara geçen ‘günah’ı (!) sahiplenmek başlı başına devrimdir:
 

“teninde
kuşlar büyüttüğüm
bir düş olur
               dokunuşların

öperim yüzünü
bir çocuğun gülüşünü saklayan
kıvrımlardan
sen uykudayken daha
en büyük günahımla

 

günah ki
uzun bir veda şiiridir
aşka”
(s:27)

Bu sahiplenme bazen ironik bir söyleme dönüşebilir büyük yalnızlıkta. “dokunmadan da /  sevişebilir misin / benimle” (s:36) diye seslenmek, kadın-erkek ilişkisine sinen kavram kargaşasını gidermeyi amaçlar. Kadın cephesindeki edilgenliği kıracak iletişimin dilidir önemli olan. Yani hiç kullanılmamış düşünsel birlikteliğin dilidir o! Erkekegemen literatürü bir kenara koyan yepyeni bir sözlük, taptaze sözcüklerle yaklaşmalıdır birbirine sevgililer. Aksi halde kaçışını sürdürür kadın. İzi tozu da okunmaz geçtiği durakların. Ne yazık ki gerçekçi itirafa kulak kesiliriz:
 

“kaçışlarım vardır
isimsiz duraklarda bıraktığım
kendime” (s:39)

 

İsimsiz duraklar bir yana, sözde belirli kimlikler bile bu kanamayı durduramaz. Örneğin, henüz 20 yaşında aramızdan ayrılan Süleyman Uluçamgil’in Ayşem şiirden esinle kaleme alınan Ayşe şiirindeki sevgiliyi tanımlarken bile sıkıntının dışavurumuyla karşılaşırız:
 

“ölü bir şairin
sevdiği olmaktan
ötesin sen”
(s:43)

Gerek kişileri hedef alsın, gerekse nesneler üzerinde yoğunlaşsın; Ruso, birkaç dizeyle –içinden şiirin geçtiği- ilginç resimler çizer bize. Örneğin Gar şiirinde, “tren garlarında / ölü kuşları topluyor / çocuklar” (s:19) derken başka resimler de sokuşturur araya. Keza Kuyu şiirinde yer alan “yoktu aslında / yoktum, yoktuk” (s:22) dizeleri de sanki derin bir çatlağı anlatır yalnızlık kumkuması altında. Tematik çağrışımlar bir yanıyla ait olduğu nesneyi işaret ederken, öteki yanıyla yaşanmışlığın belli belirsiz karelerinden süzülen içsel anlam katmanlarıyla kapımızı çalıverir ansızın. Hele bu yönelim Zaman gibi geniş bir kavramı deşmeye kalktığında ise ucu açık bir hal alır kimi duygular. Bir bakarsınız pişmanlıklar çevresini kuşatmış bunaltmaktadır şairi:
 

“söylenmemiş
sözcüklerimi toplayıp
boğazıma geçir misin
ipi”
(s:58)

Hoş, şair, biraz da boşluğu okuyan kişi değil midir? “son dokunuştur / şiir /bir uçurumun kenarında” (s:77)  tanımı sanki boşluktan doğmuştur. Az önce sözünü ettiğimiz pişmanlıkların yanı sıra kimi tümlenmiş insanların boşluğuna katlanmak kolay değildir elbet. Bu noktada doğal ki vefa duygumuz devreye girer. Ancak şairdeki duygudaşlık inci özeniyle yaklaşır yitiğine. Sözüm ona Bir Şehir… Bir Şair şiirinin dizelerinde dolaşanlar, Lefkoşa kentiyle Fikret Demirağ’ı bir arada duyumsarlar. Şaire göre Demirağ, öldükten sonra da şiir yazmaya devam etmektedir:
 

“ve bir şiir daha yazılır
şair öldükten sonra da
umuda, barışa, aşka
ve sana dair
lefkoşa’m”
(s:51)

Troya ruhunu taşıyan Dua’daki barış istemi de aynı özlemden alır gücünü.  İnsanlık acıları karşısında sessiz kalmak yerine, dünyayı kana bulayanlara karşı çıkmanın erdemi son derece önemlidir:
 

“hüzün büyütüyorum
çocuk yerine
huzursuzluk
dev gözlerini dikmişken
içime”
(s:76)

Özetle, insanla aynı serüven içinde mayalanır şiirin hası. Aynası kaygısı her şeyi insandır.
Fatoş Avcıboyu Ruso’nun, Çiğdem Kutlu Güney’le birlikte şiir sıcaklığıyla yürüttükleri radyo ve tv programlarından öteden beri haberli olduğumu belirtmek isterim. Belli ki göz kamaştırıcı bir şiir tapıncı var üzerlerinde. Her iki cephede şiiri koşturan biri için dileğim bellidir:
Büyü hiç bozulmasın!

*Büyü – Fatoş Avcısoyu Ruso, Işık Kitabevi, 1.basım, Mart 2015, Lefkoşa

Bu haber toplam 2740 defa okunmuştur
Gaile 341. Sayısı

Gaile 341. Sayısı