Büyük Oyun Hayat
Seçil Besim: Oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen yerlerinize oturun ve cep telefonlarınızı titreşime alın. Hayat boyu titreşimde kalsın ki ara sıra bizi titretip kendimize getirsin
Seçil Besim
Oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen yerlerinize oturun ve cep telefonlarınızı titreşime alın. Hayat boyu titreşimde kalsın ki ara sıra bizi titretip kendimize getirsin.
Doğar doğmaz hayatın şaplağı iniyor en hassas bölgemize. Ağlamadıysak bile zorla ağlatıyorlar. Bilirsiniz ağaç yaş iken eğilir. Çocukken ağlamaya alışın ki, bunun büyüyünce de böyle olacağını idrak edebilesiniz. Ya da tam tersi şaplağı indiren siz olun. Biz, ağlatana “kötü”, ağlatılana “iyi” diyoruz. Dikkat ederseniz ağlayan değil, “ağlatılan” diyorum. Neden mi? Hep savunmasızmış gibi görürüz ağlatılanı. Tabi savunmasız kişiye yapılan saldırı her ne olursa olsun haksızdır. İşte böyle tıkanır kalırsınız ağlamak, ağlatmak ve ağlatılmak arasında. Bermuda şeytan üçgeni gibi oldu ama bu da yeni bir üçleme fikrini doğuruyor. Doğmak mı dedin, yeni mi dedin hadi bir şaplak daha… Hadi bakalım bu kez de yılan hikâyesine döndü konu.
Hooop dur bakalım. Oyun dedin, hayat dedin de bunlardan hiçbiri yok. Aaaa olmaz mı, oyun da var, hayat da. Hayat varsa oyun da var. Düşünsenize bir oyun böyle tekdüze başlasa ve bitse. Laylaylom herkes mutlu, herkes huzurlu ne kadar inandırıcı olur ki? Çatışma yok, “şaplak” yok; en önemlisi “kötü” dediğimiz “ağlatan” yok. Sarmaz kardeşim bizi, sarmaz böyle oyunlar.
Oyunda çatışma olur, çözülme olur. İyi sandığın kötü çıkar; kötü sandığın iyi. Katil, başroldekilerden biri sanırsın ama nafile katil ışıkçıdır. Gariban figüranı oracıkta dekor zannedersin, adam dünyanın en ünlü cansız mankeni çıkar. Hayat da böyle değil mi, her şeyi sandığımız gibi sanırız. Oysa sanmak zaten kesinliği olmayan bir yargıdır.
Bütün sorunlar birinci perdede yavaş yavaş tencereye girerler. Karıştırıldıkça oyunun lezzeti artar. Hayatta da çoğu zaman tencerenin kapağını kaldırıp içindeki türlüye bakmaya cesaret edemeyiz. Kokusuyla yetiniriz.
İlk 34 yaş böylece geçer. Biliyorum aklınızdaki soruyu. Neden 34? İstanbul’un plakasıyla bir ilgisi yok. Kendileri gayet açık bir biçimde benim yaşım olurlar. O yüzden 34. Henüz 35 olmadım; yaşadığım ve edindiğim tecrübelerim yüzünden şimdilik 34 ile idare ediverin artık. Her sene yaşım bir yaş büyüse de hep hayatın yarı yolunu gelmiş gibi hissederim. Bu küçükken riskli bir durumdu. Düşünsenize 8 yaşındasınız. Yarı yol olsa 16’da oyun sona erecek ama şimdi öyle mi 34 x 2 = 68 ve bu yaş her sene iki yıl artıyor, süper bir duygu.
İki ara bir dere konuyu saptırdık yine politikacılarımız gibi… Siz bu hesap işleriyle uğraşırken ben sizin dikkatinizi başka konulara yönlendirmenizi engelliyorum ki ne yazdığımı anlamayın. Anlamayın da ben de “felsefik” yazarlardan olayım. Tabi anlamadığınızı da çaktırmamak için “muhteşem” kelimesini kullanın lütfen. Yaaa bırakın saçmalamayı da anlamadıysanız anlamadık diyebilin ki yazarımız da dilini geliştirsin. En azından anlaşılır olsun. Ne dediğini ya da ne demediğini açıkça anlatabilsin.
Bir resim tablosu düşünün onu yaparken ressam kim bilir ne düşündü ya da ne düşünmedi. Biz baktığımızda ne anlıyoruz ya da ne anlamıyoruz. İşte bizi sanmak fiiline götüren anlamlı farklar buradan doğuyor. Olduğunuzdan başka türlü tanımlanmak ne kadar hoşumuza gider ki; ama birileri bizi sürekli şu ya da bu sanıyor. İşte yazılar da, resimler de böyle. Olduklarından başka türlü anlaşılmak onları da, yaratıcılarını da üzer herhalde.
Hayatımız tezatlıklarla dolu. Tezatların olumlu tarafını, olayları yaşarken pek fark edemiyoruz. Oysa olumsuz tarafın izleri ömür boyu sürüyor.
İkinci perde hemen başlıyor. Aslında tek perde gibi. Bu kez tencereye atıp karıştırdıklarımızın tadına bakmaya başlıyoruz azar azar. Kokusuyla yetindirtmiyor bizi hayat. Yiyoruz da yiyoruz koskoca bir tencereyi. Doğal olarak hazımsızlık yapıyor. Bir şişkinliktir gidiyor hayatın geri kalanında. Daha da hazmedemiyorsak yediklerimizi, kusmaya başlıyoruz. Yere ve zamana bakmaksızın.
Veeee final “son sahne”. Nasıl bilirdiniz rahmetliyi? Nasıl bilelim? Bilsek de söyleyebilir miyiz gerçekleri. E zaten ölünün arkasından konuşulmaz. Belki kandırırız Tanrı’yı da. Koskoca bir cemaat iyi bilecek, o da yapıp ettiği tüm kötülükle Tanrı’nın karşısında iyiyi mi oynayacak? Kim bilir ne gittik ne gördük. Bizim oyun sahnede biter. Kulis bizi bağlamaz. Seyirciler de son kez selamlar oyuncuları. Gerçektekinin tam tersine… Papatyalar gibiyiz, seviyor sevilmiyoruz. Ya da tam tersi seviliyor sevemiyoruz. Ya bir vazoda renk katıyoruz hayata kısa da olsa ömrümüz ya da güzelliğimize bakmadan bir köpek gelip işeyiveriyor yapraklarımıza…