1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Büyümez Ölü Çocuklar…”
“Büyümez Ölü Çocuklar…”

“Büyümez Ölü Çocuklar…”

“Büyümez Ölü Çocuklar…”

A+A-

Feminist Atölye
[email protected]


Bebek Andreas’ı tanır mısınız? Bilmeyenler için kısa bir giriş yapalım. Andreas bunca yıldır kayıp olan ve geçtiğimiz hafta içerisinde kemiklerine ulaşılan 6 aylık bir bebek.  Onunla aynı dönemde doğan çocuklar, şu anda belki de kendi bebeklerini kollarına aldılar. O ise hep bebek hep küçük kaldı. Talihsiz bir dönemde doğdu. Dünya’ya gözlerini açtığı coğrafya, adeta ateşlerin yandığı bir cehennemdi. Minik bedeni hiçbir şeyin farkında değildi. Tek yapabildiği, annesinin memesinden süt emmek ve insanlığın başına gelen en değer şey olan yaşama tutunabilmek için büyümeye çalışmaktı.

Ama izin vermediler. Milliyetçi ve militarist idealler uğruna kurgulanan düşmanlıkların peşine takılıp gidenler, Andreas’ın ölümüne giden yolun taşlarını döşediler.

Toplu mezarın içinde bir emzik buldukları haberini okuyunca, Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiiri düştü yüreğimize. Şair savaşta hayatını kaybeden çocukların hikâyesini, 1956 yılında kaleme almıştı. Ne kadar ağır ne kadar baş edilmez bir acıyı tarif etmişti bize.


          “Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
       

               ***

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar…”

Atılan bombalar sonucunda etrafa yayılan minik bedenlerin külleri gibi, bugünümüzü zapt ediyor kemikler ve emzik. Gelin bugüne kadar savaşlarda hayatını kaybeden bebekler adına, Andreas’ın emziğine kulak verelim:
“Niye öldürdünüz bizi? Neyi paylaşamadınız? En azından yüzleşebildiğiniz mi yaptığınız kötülüklerle? Hiç sanmıyorum. Görüyorum ki, hâlâ çocuklar ölüyor. Bu kıyımlar, kemiklerimin bulunduğu memlekete komşu coğrafyalarda yaşanıyor. Bunca yıldır toprağın altında beni bulmanızı beklerken, yukarda neler yaptığınız biliyorum.

Anladığım kadarıyla kurmaya çalıştığınız “barışı”, iktidarınızı sağlamlaştırmak adına bir araç olarak algılıyorsunuz. Benim gibi birçok insanı öldürdünüz. Bu kayıpları haklılaştırmak için Rum - Türk diye ayırdınız, doğal olmayan kimlikler ile kutuplaştırdınız bedenlerimizi. İki toplumun rahatça yaşayabileceği toprak parçasını bölüşemediniz.

Hırslarınız gözünüzü o kadar kararttı ki, emziğimle beni yıllarca kat kat toprağın altına hapsettiniz. Vicdanınız bunu nasıl taşıdı? Geceleri uykunuzu bölen kâbusların dili Türkçe mi, Rumca mıdır? Ben giriyorum rüyanıza, biliyorum. Boşuna reddetmeyin. Ağlıyorum ama bebeklerin çığlığı bir dile sığacak küçüklükte değil. O yüzden anlamayabilirsiniz. Sizden tek isteğim var. Benden ve benim gibi birçok sivil insandan çaldığınız hayatların bedelini, Kıbrıs’ta barışı gerçekleştirerek ödeyin. Ama bunu teknik konuşmalar için bir araya geldiğiniz görüşme masaları ile sınırlı tutmayın. Unutmayın ki savaşlar da masalarda inşa edilir. Barış çok daha derin bir duygudur.”

Bir bebeğin emziği, hiç bu kadar ağır olmamıştı. Hepimiz ondan af dilemeli ve inadına barışı gerçekleştirmek için yürümeliyiz. Aksi takdirde çocuk cennetindeki güzel yüzlü küçük insanların acısı sona ermeyecek.

Cadı Süpürgesi

Uzun bir süredir gündemimizi meşgul eden “SU” meselesi, bugünlerde hayli ateşli tartışmalara neden oluyor. Anamur-Dragon Çayı üzerinde inşa edilen Alaköprü Barajı’ndan alınan suyun adamıza ulaşmaya başlamasıyla, yönetimin kim tarafından yürütüleceği noktasında görüş ayrılıkları ortaya atılıyor. Adadaki kamusal değerleri “babasının çiftliği” olarak görenler, toplumsal yararı gözetmek yerine, özelleştirme rüyaları görerek sermayenin cebini doldurmayı hedefliyor.
 

1974 sonrasında, birçok konuda iradesi çiğnenen Kıbrıs Türk toplumunun yönetme erki, “ana – yavru bağımlılığını” perçinleyen bir uygulama ile elinden alınmak isteniyor. Arzu edilen talanın yaşanmaması için, yerel yönetimler direniyor. Hem de öyle laf üzerinden değil. 6 Ekim 2015 tarihinde Belediyeler Birliği tarafından yapılan açıklamalar da bunu kanıtlıyor. Tüm belediyelerin özverili çalışmaları neticesinde “Su hayatımız, iyi yöneteceğiz, yerinden yöneteceğiz” ilkesi temelinde şekillendirilen “KKTC İÇME VE KULLANIM SUYU İLE ATIK SU YÖNETİMİ PROJESİ”, adamıza ulaşan suyun belediyeler tarafından ne şekilde yönetilebileceğini ortaya koyuyor. Bu doğrultuda oluşturulan “KKTC Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İşletmeleri” (BESKİ) direktörü ve Gönyeli Belediye başkanı Ahmet Benli’nin basın açıklaması esnasında dile getirdiği tüm hususlar dikkatle incelenmelidir.

“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde içme ve kullanım suyu dağıtımı ve atık su işletmesi tarih boyunca olduğu gibi halen yerel yönetimler tarafından yürütülmekte, belediyelerimiz 131 bin 204 aboneye bu hizmeti vermektedir.

Yeni dönemde belediyelerimiz bu yönetimi stratejik ortağı olduğu BESKİ’ye devredecek, profesyonel bir anlayışla görev yapacak BESKİ’den hizmet alacak; deneyim, altyapı ve kaynaklarını da BESKİ ile paylaşacaktır…

BESKİ; halkımıza kesintisiz ve kaliteli su hizmeti sunmaya, atık su hizmetlerini en çağdaş anlayışla yönetmeye, çevreye duyarlı bir yaklaşımla ekolojik sürekliliği teşvik etmeye, halk sağlığını gözetmeye ve kaynaklarını en verimli modellerle korumaya kararlıdır.

Halkımıza uygun fiyat, yüksek standart ve kalitede su taşımak en temel ilkemizdir.

Biliyoruz ki, içme ve kullanım suyu ile atık su yönetiminde ihtiyaç duyulan gerekli yatırımların hayata geçirilmesi, bu yatırımların bakım, idame ve yenilenmesi, altyapıdaki eksikliklerin tamamlanması ‘sürdürülebilirlik’ açısından önemlidir.

Projemiz tüm bu hususları da gözeterek hazırlanmış ve BESKİ bu temel prensipler ışığında çalışacaktır”.

Tüm belirtilen hususlara rağmen, “Arzumuz tesisin özel sektör tarafından işletilmesidir. Karşılıklı görüşmelerle bunlar çözülecektir” açıklamasını yapan Türkiye Hükümeti Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nu ve onun görüşünü destekleyen Kıbrıslı Türk yöneticileri süpürmek istiyoruz!

Bu haber toplam 2335 defa okunmuştur
Gaile 338. Sayısı

Gaile 338. Sayısı