Çağı Yakalama Tabusu 1: Teknolojiyi Sorgulamak
Oysa teknolojiyi tümüyle reddetmekten başka bir yol daha var: Teknolojinin bilinçli üretimi ve kullanımı.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Zor bir çağda yaşadığımız malum. Ancak hangi çağ kolaydı ki diye de sorulabilir. Zaman geçtikçe dünyada yaşamanın ve mutlu olmanın daha zor hale geldiğini öne sürebilir miyiz? Eğer durum böyleyse bunu hangi gerekçelere dayandırabiliriz? Ve nihayetinde bu durumdan bir çıkış var mıdır?
Gerçekte her çağ, gelişen her yeni teknolojiyle yeni fırsatlar da sunuyor gibi görünmektedir. Ancak bu da ucu açık bir tartışma konusu. Tam tersini, yani yeni teknolojilerin hayatımızı kolaylaştırır gibi görünse de birçok bedeli ve yan etkileri nedeniyle aslında aksine hayatımızı zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Örneğin, cep telefonlarının olumsuz etkileri üzerine yapılan çalışmalar, bir zamanlar televizyonun çocukların zihinsel ve duygusal gelişimlerini engelleyici etkilerine ilişkin araştırmaların sonuçlarına benzemiyor mu? Yoğun bir biçimde tv izleyen ya da cep telefonlarında vakit geçiren çocukların ve gençlerin fiziksel yapılarından sosyal becerilerine kadar birçok alanda zarar gördüğü ve gelişimlerinin aksadığına ilişkin birçok veri bulunmaktadır. Ki bu durum öğretmenlerin ve ana babaların günlük gözlemlerinde de bariz bir şekilde ortadadır.
Ancak öte yandan hemen şu soru geliyor akla: eğer yeni teknolojiler zararlıysa o zaman ne yapacağız, eski çağların ilkel basitliğine geri mi dönmeliyiz? Bu da mümkün görünmediğine göre teknolojiyi eleştirmenin ne faydası var denebilir. Oysa teknolojiyi tümüyle reddetmekten başka bir yol daha var: Teknolojinin bilinçli üretimi ve kullanımı. Bu yolun birinci unsuru, hangi teknolojilerin geliştirilmesinin doğanın ve insanlığın zararına olmadığını keşfetmek ve yeni kültür ve teknoloji ürünlerinin yapısını doğasını ve etkilerini inceleyip anlamak, sadece en gerekli olduğu ölçüde minimum seviyede kullanmaktır. İkincisi, insanlık boyunca üretilen bütün kültürel ürünlerin, sadece teknoloji değil, mitoloji, din ve diğer pratiklerin eskimediğini, aslında her daim bir anlam ve değere sahip olabileceğini görmektir. Böylece teknolojiyi az kullanmanın yol açabileceği düşünülen olası yan etkileri bertaraf edilebilir. İnsanlar manevi, sanatsal ve kültürel alanlarda daha gelişmiş ve tatminkar oldukça teknolojiye duydukları bağımlılık her konudaki bağımlılıkta olduğu gibi azalacaktır. Bu konu derinlemesine incelenmeyi hak ediyor elbette. Bunu başka bir yazıda ele alacağım.
Teknolojinin kontrolsüzce üretim ve kullanımına ilişkin sayısız alan gösterilebilir. Örneğin bugün eski usul üretilen birçok gıdanın daha sağlıklı olduğu kanıtlanıyor, yeni teknolojilerle üretilen gıdaların ise her geçen gün ne kadar zararlı oldukları ortaya çıkıyor. Ya da eskilerin bitki karışımlarıyla ürettikleri ilaçların sağlığımızı korumada ya da birçok hastalığı iyileştirmede çok işe yaradığı da biliniyor. Her yeni gelen teknoloji kendisini sattırmak adına eskisini gözden düşürücü bir kampanya başlatır. Bazı teknolojilerin insanlığa ve doğaya öncekilerinden daha az zarar verdiği söylenebilir. Ancak birçok yeni teknolojinin çevreye ve insanlara zararları yeterince hesaba katılmadan kullanıldığı da ortada olan bir gerçektir.
Yeni teknolojilerin ortaya çıkması öncekilerin terk edilmesi anlamına gelmemeli. Mesela mail atmak gerçekten de mektubun yerini tutabilir mi? Otomobiller bacaklarımızla ya da bisikletlerle değiştirilebilir mi? Yüz yüze yapılan sohbetler online chatlerle kıyaslanabilir mi? Ama biz yeni olanı alıp eskiyi tamamen attığımızda onunla birlikte belki de binlerce yılda muazzam emeklerle oluşmuş çok değerli yaşam ve ifade alanlarını da atmış oluyoruz. Mektup yazarken elimize kalemi alıp kendi karakterimizin, özgünlüğümüzün de kağıt üzerine yansımasını sağlıyorduk yazı biçimimizle. Ve mektubun okuyucusu kağıda düşen tamamen bize özgü bu yaratıma bakarken zihnimizi ve o an içinde bulunduğumuz ruh halini de sezebilirdi. Mektuplar özenle yazılır ve alıcı da onları özenle korurdu. Bu mektuplar dönülüp tekrar tekrar okunurdu. Mektuplarda belli bir nezaket düzeyi korunurdu.
Diğer bir örnek, şehrimizde yürüyerek kat ettiğimiz yolları büyük bir hızla arabayla kat ederken neler olur? Öncelikle şehirler ve yollar binlerce aracın hızla akmasına uygun bir şekilde dümdüz ve estetikten uzak bir şekilde planlanır, yolun tek işlevi araçların geçişini sağlamaktır. Oysa yaya yolları kaldırımları, gölge yapan ağaçları, seyyar satıcılarıyla bambaşka renklerde ve dokularda düzenlenebilir, mahallelerin içlerinden geçerken ve biz bir otomobile göre çok daha yavaşça yol alırken, yürümek sadece bir amaç olmaktan çıkıp duyu organlarımı besleyen bir şölene dönüşür. Yürürken bir arabada oluşuma göre çok daha etkin ve uyanığımdır. Bütün bedenimle ve zihnimle çok daha yoğun bir biçimde oradayımdır. İşte bunun gibi binlerce örnek verilebilir. Kaldı ki yürümenin sağlığımıza olan faydaları ve hareketsiz kalmanın korkunç zararları da her geçen gün uzmanlar tarafından dile getiriliyor. Örnekler çoğaltılabilir, teknolojik ürünleri iyice ölçüp biçip tartmamız ve yorumlamamız bize neler gösterecektir. Günümüzün tanrısı teknoloji körü körüne tapındığımız bir din haline gelmiş olabilir mi? Teknoloji gerektiği kadar üretilip, gerektiği kadar kullanılması gereken bir olgu olmalıdır. Teknoloji bizi değil, biz teknolojiyi kullanmalıyız.
Bir teknolojinin kötülükleri belli bir süre geçip koşullar olgunlaşmadan ortaya çıkmaz. Mesela covid-19 pandemisi dünyanın ne kadar kırılgan olduğunu, bütün gelişmiş teknoloji ve uygarlığa karşın aslında çıplak gözle bile görülemeyen bir virüs karşısında en gelişmiş ülkelerin bile ne kadar çaresiz kaldığını ortaya koymuştur. Pandemi bize temel olarak iki şey öğretti: Birincisi ölümlerin nedeni büyük ölçüde yaşlılık ve modern yaşam tarzları yüzünden çöküşte olan bağışıklık sistemlerimizin yetersizliği. İkincisi ise sözde devasa teknolojik birikimimizin böylesine bir yıkımı önleyemediği ancak belli ölçülerde yavaşlatabildiğidir. Covid-19 virüsünü bir ön uyarı gibi görebiliriz. İlerde bütün uygarlık ve teknolojinin hiçbir işe yaramadığı yok edici durumlarla karşılaşmamız çok muhtemel. Kaldı ki zaten sorunlarımızı çözmesini ve hayatımızı kolaylaştırmasını bekleyerek geliştirdiğimiz teknolojilerin bu yıkıma zemin hazırladığı da görmezden gelinemeyecek bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Örneğin ulaşımın hızlanması ve insanların ülkeler arasındaki hızla artan nüfus hareketleri teknolojik gelişmelerin bir ürünü, ama bu aynı zamanda bir hastalığın ya da virüsün de daha önce eşine rastlanmamış bir hızla yayılması anlamına geliyor.
Bunları vurgulamamın nedeni dünyayı ve insanlığı bekleyen tehlikelere karşı bir savunma hattı oluşturabilmek, ortak bir bilincin gelişimine katkıda bulunabilmek. Günümüzde gitgide daha fazla sayıda insan teknolojiyi sorgular hale gelmeye başladı gibi görünüyor. Alternatif yaşamlara olan inançlar ve yeni pratikler gelişiyor, doğaya geri dönüş arzusu onu kaybetmeye başladığını hisseden bazı insanlarda daha yoğun olabiliyor. Apartmanlara tıkılan insanlar, doğal bir yere gitme fırsatı bulduklarında bunun onlara ne kadar iyi geldiğini görebiliyorlar. Ama bunun yaygınlaşması lazım. Bizi insan yapan değerleri en derin duygularımızda keşfetmek ve bu değerlere sadık yeni bir bilincin oluşumuna ve korunmasına katkıda bulunmak şu anki en acil görevlerimizden biri gibi görünüyor. Dünyayı doğru şekilde, olduğu gibi algılamak ve zihnimi küçük arzulara teslim olmayacak şekilde eğitmek kendi içimde bir dönüşümü başlatabilir ve bu bilincin yayılmasına katkıda bulunabilir. Bu nedenle en öncelikli sorumluluğumuz kendimizi eğitmek ve insan oluşumuzu hak ettiğimiz bir hale yükselmek olmalıdır.
Dünya zayıf ve yüzeysel bilince sahip insanlar tarafından doldurulmuş durumda ve bu aslen bir felaket demek. Bu konuya birçok örnek verilebilir. Burayı bilimsel araştırma verileriyle doldurmak istemiyorum ancak çağımız insanına ne olup bitiğini inceleyen birçok bilimsel ve felsefi çalışma insanın bir tür olarak zayıfladığına işaret ediyor. Çok daha kolay yönetilir hale geldik. Cep telefonlarımıza yağan binlerce ileti ve bilinçdışımıza sızan sorgulanmamış mesajlar bizi insan olmaktan çok uzak bir noktaya taşıyor. Dünyayı geçici ve tüketilebilir nesnelerden ibaret bir yer olarak yaşarken asıl önemli yaşantı ve güzellikleri kaçırıyoruz. Ve sorumluluk almadan, acil sorun ve sorumluluklara odaklanmadan yaşıyoruz. Çoğumuz için para en önemli mesele. Saygınlığı ve anlamı parada arayan bir nesil haline geldik. Bu da dünyanın yıkımına hızla katkı koyan bir anlayışı var gücüyle destekliyor.
Her dönemin dünyayı kasıp kavuran bir kötülüğü vardır. Bir zamanlar din savaşları yüzünden insanlar ve toplumlar yok olurdu. Daha sonraları din gücünü milliyetçiliğe bıraktı. İkinci dünya savaşı faşizmin kötülüklerinin zirveye vurduğu bir anda neredeyse Avrupa’nın büyük çoğunluğunu yok etti. Avrupa ulusları aşırı milliyetçiliğin kendilerini yok etmek üzere olduğunu görünce coğrafi ve kültürel bir kimlikte birleşmenin gerekli olduğunu anladılar. Bu kötülük belki de hala aşılabilmiş değil. Avrupa kendi içinde savaşmanın hiçbir kazanç getirmediğini gördüğü için yeni bir üst bilince geçerek kendini korumaya çalıştı. Aynı şekilde günümüzde yeni ortaya çıkan küresel krizlere karşı da bütün insanlık olarak yeni bir kimliğe geçiş yaparak mücadele etmek durumundayız.
Bu bağlamda artık geri dönüşü olmayan yol haline gelmiş iklim kriziyle beraber çağımızın kötülükleri de bütün korkunçluğuyla ortaya çıkmaya başladı. Düşman bu defa ne din ne de milletler. Bunların üstünde bir güç, bir öğreti ve yaşam tarzı: Tüketici, sömürücü dünya düzeni. Dünyanın her ülkesinden, toplumundan, dininden oluşan global bir tüketim toplumu kendisinden güçsüz olan ne varsa acımasızca onları sömürme ve sömüremiyorsa yok etme peşinde, bunlar sadece zengin insanlar değil hatta zengin insanların arasında doğaya duyarlı ve onu korumaya çalışan insanların olduğu da bir gerçek. Dünyadaki savaş aslında her ülkenin içindeki kaynakları elinde tutan güçlü kesimin kendisinden aşağıda olanı sömürmesi üzerine kurulu, ancak bu sömürü işine tüketim çağının yüzeysel zevklerine kapılmış olan her kesimden insan da dahil. Medeniyetin beşiği Avrupa’da bile durum farklı değil.
Bu yüzden ülkeler arasındaki yüzeysel ve sahte çatışmalara kanmamak lazım. Asıl savaş, bütün doğal ve insan kaynaklarını elinde tutup dünyayı adil ve insani bir şekilde yönetmekten kaçan egemen güçler ve onun takipçisi olan cahil halklarla, dünyayı, doğasını, üzerinde yaşayan üretken ve iyi insanlarını seven bir grup aydın ve iyi kalpli insan arasında. Aydın insanlar toplumları uyandırmaya çalışırken, egemenler ise onları uyutup kullanmak ve doğayı da maksimum düzeyde sömürmek üzerine kurgulamışlar yaşam planlarını. Aydınların durumu da karmaşık elbette, kimi aydın görünen kesimin gündemleri gerçeklerle örtüşmüyor, onlar da satın alınmış aydınlar. Eğer bir aydın sosyal sorunlara, rahatsız edici meselelere dokunmadan sadece bireysel gelişim üzerine odaklı bir söylem üzerinden konuşuyorsa medyanın onu ön plana çıkardığını görüyoruz. Ya da din ve milliyet üzerinden konuşanları dinlememize izin veriliyor. Dar politik ilgilere odaklı entelektüelleri tanıyabiliyoruz. O yüzden belki de bu zor çağda herkesten ve her söylemden şüphe etmekte fayda var. Sahaya inip yaşamın her kesimden insanla diyalog içinde olmadan, çevredeki ve doğadaki tahribatı gözlemlemeden, uzun ve derin okumalar, tartışmalar yapmadan gerçekleri yakalamak ve dünyanın içinde bulunduğu tabloyu net bir biçimde görebilmek mümkün değil.
Çağımızın bize ne verdiğini ve neyi götürdüğünü anlamak var oluşumuzu anlamlı bir şekilde sürdürmek açısından hayati görünüyor. Çünkü tam içinde o anda yaşarken bir çağın üzerimizdeki yıkıcı etkilerini pek de anlayamıyoruz. Çoğu zaman bunlar çok sonraları açığa çıkıyor. Yaşadığım çağın benim ve çevremin üzerindeki etkilerini anlayabilmeyi ve bir insan olma yolculuğumda üzerimdeki engelleyici etkilerinden özgürleşebilmeyi önemsiyorum. Yoksa kendimi çok başarısız ve anlamsız bir hayat yaşamış gibi hissederdim.
Şöyle bir genel anlayış vardır: İnsan çağını yakalamalıdır, çağın gerisinde kalmamalıyız. Ancak bu anlayış pek sorgulanmaz. İnsanın çağını yakalayacak teknolojik ve kültürel imkanlara sahip olması o imkanların onu doğru bir yere götüreceği anlamına gelmez. Zamanın en hızlı arabasını alıp hız yaparken ölmeye benzer bu.
Çağı yakalama saplantısı, tüketim toplumunun bizi daha fazla tüketmeye koşullamak için ürettiği fikirlerden birisi olabilir mi? Çağın yeniliklerinden faydalanmamak hayatı ıskalamak gibi geliyor modern insana, cep telefonu kullanmayan birisini insan olarak düşünemeyiz bile. İnternetten yararlanmıyorsanız bilgisiz ve cahilsiniz demektir. Yani bu durumda 1990lardan önce insanların çoğu oldukça cahildi. Niteliksiz çokluk nitelikli sadelikle yarışsa hangisi kazanırdı acaba? Yani örneğin bize neredeyse sınırsız bilgi kaynağı sağlayan internet çağında çok fazla bilgiye ulaşabilmek bizi “daha çok” hale mi getirdi? Yoksa bizi azalttı mı? Bütün o yorumlanmamış bilgi ve güzel sözler çöplüğünde zihinlerimiz birbirinden farklı ve zıt binlerce enformasyonla dolup taşıyor. Her bir fikir birbiriyle tutarsız şekilde zihnimizde duruyor. Bunları bütünleştiren, sentezleyen, gerekirse silip atan bir yorumlama sürecinden geçirmediğimiz için enformasyon, veri ya da data dediğimiz ham bilgiler gerçek bir anlayışa yol açmıyor. Aksine eylemlerimizi, hislerimizi ve algımızı bozup çarpıtıyor.
Dünya Fromm’un deyimiyle insanın koca ağzı için sömürülen bir nesne oldu. Sömürmek ve tüketmek kendi başına bir yaşam biçimi artık. Ne için sömürdüğümüzün, neyi tükettiğimizin bile önemi kalmıyor. Marketler birbirinden kalitesiz, zararlı ve dayanıksız ürünlerle dolup taşıyor. Amaç sadece almak, daha çok şeye sahip olarak kendimizi “var” hissetmek, değerli hissetmek, önem duygumuzu cansız nesnelere sahip olarak gidermek, insanlara daha çok şeye sahip olduğumuzu, daha çok gezdiğimizi, daha lüks bir hayat yaşadığımızı kanıtlamak. Başka bir amacımız var mı?
İlginç ve trajikomik bir olgu da var. Her on senede bir teknoloji ve bilim oldukça ileri gittiğine göre, yüzlerce yıl sonrasının penceresinden bakınca bizler taş devrinde yaşarmış gibi görünebiliriz. Daha akıllı telefonlar, daha yüksek çözünürlüklü kameralar bize dünyanın daha yaşanabilir, çok daha büyüleyici bir yüzünü göstermiyor. Aksine saklıyor bu yüzü bizden. Yazının ikinci bölümünde bunu açacağım.