Çağrı cihazı/telsiz saldırıları ve uluslararası hukuk
Geçtiğimiz Salı günü, Lübnan'da yerleşik Hizbullah örgütü üyelerini hedef alan, çağrı cihazları ve telsizlerin uzaktan patlatılması sonrası, bu saldırıların uluslararası hukuka uygunluğu konusunda hararetli bir tartışma başlattı. Bu tartışmada, saldırıların hukuka uygun olduğunu savunan hukukçuların yanı sıra, bunların hukuka aykırı olduğunu ileri süren hukukçular da görüş bildirdi.
Bu yazıda, bu tartışmanın her iki tarafındaki görüşlere yer vererek, saldırıların uluslararası hukuka uygunluğunu ele almaya çalışacağım.
Salı ve Çarşamba günü gerçekleşen saldırılarda, çağrı cihazları ve telsizlerin koordineli bir şekilde patlatılması sonucu şu ana dek en az 37 kişinin öldüğü ve binlerce kişinin yaralandığı bildirilmektedir. Ölenlerin ve yaralananların (en azından büyük çoğunluğunun) Hizbullah üyesi olduğu iddia edilse de bu konuda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ölenler arasında iki çocuğun olduğu da kaydedilmiştir.
Saldırıyı şu ana dek üstlenen olmadı. Ancak saldırının İsrail devleti veya bu devletin kontrol ve denetimindeki ajanlar tarafından gerçekleştirildiği geniş kabul görmektedir. Saldırıların, çağrı cihazları ve telsizlere yerleştirilen düşük miktardaki patlayıcıların koordineli bir şekilde uzaktan patlatılmasıyla yapıldığı ise artık tartışmasız bir gerçek olarak kabul edilmektedir.
Saldırıların uluslararası hukuk boyutu tartışılırken öne çıkan unsur, sivillerin de ölen ve yaralananlar arasında yer almasıdır. Bu noktadan hareketle, Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nde tanımlanan iki savaş suçunun işlenmiş olabileceği iddia edilmektedir. İlk suç, 8(2)(b)(i)’de tanımlanan “Çarpışmalarda doğrudan yer almayan sivil bireylere veya sivil nüfusa karşı kasten saldırı yöneltilmesi”; ikinci suç ise 8(2)(b)(iv)’de tanımlanan “Tahmin edilen somut ve doğrudan askeri avantajlara kıyasla, aşırı olacak şekilde sivillerin yaralanmasına veya ölmesine yol açacak saldırılar”dır.
Nottingham Trent Üniversitesi'nde görev yapan Uluslararası İnsancıl Hukuk uzmanı Luigi Daniele, bu saldırıların sivil kayıplara yol açacağının önceden öngörülebilir olduğunu savunmaktadır. Çünkü patlatılması planlanan cihazların, patlama anında kimlerin elinde olacağı bilinmemekteydi. Ayrıca, bu cihazları taşıyan kişilerin patlama anında kamuya açık yerlerde olma olasılığı da göz ardı edilemezdi. Daniele, hedef alınan kişilerin “çatışma bölgesinde” olmadıklarını, şehirlerin yoğun nüfuslu yerlerinde bulunduklarını belirterek, bu nedenle çevredeki sivillerin de etkileneceğinin makul bir şekilde öngörülebileceğini vurguladı. Ayrıca, bu cihazları taşıyanların tümünün “muharip” (combatant) statüsünde olmadığını, bu yüzden saldırıların uluslararası hukuka aykırı olduğunu ileri sürdü.
Saldırılar sırasında yaralananlar büyük acılar çekti. Basında çıkan haberlere göre, birçok kişi gözlerini, ellerini ve bazı iç organlarını kaybetti. Daniele, saldırı düzenleyenlerin bu acıları öngörerek hareket ettiklerini ve bu durumun uluslararası insancıl hukukun önemli ilkelerinden biri olan “gereksiz acıya neden olma” yasağını ihlal ettiğini belirtti.
BM'nin İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk de Daniele ile benzer görüşleri paylaştı. Türk, saldırının sivil-asker ayrımı yapmadığını ve bu nedenle orantısız olduğunu savundu. Bir daha böylesine acı olayların yaşanmaması için, saldırının bağımsız bir komisyon tarafından kapsamlı bir şekilde soruşturulması gerektiğini ifade etti.
Amerika Birleşik Devletleri Askeri Akademisi West Point’te savaş hukuku dersleri veren Gary Solis ise farklı bir görüş ileri sürmektedir. Solis, uluslararası insancıl hukukun sivillerin zarar görmesini en aza indirmeye çalıştığını ancak "ikincil zararlara" (“collateral damage”) izin verdiğini savunmaktadır. Ona göre, Hizbullah ile İsrail arasında süregelen silahlı çatışmalar göz önünde bulundurulduğunda, bu saldırıların hukuka uygun olduğu iddia edilebilir. Solis, saldırıların "gereksiz hasara" ya da "gereksiz acıya" neden olmadığını ve “doğrudan Hizbullah ajanlarını hedef aldığını” ileri sürdü.
West Point Modern Savaş Enstitüsü'nde öğretim görevlisi John Spencer ise çağrı/telsiz cihazı saldırısının savaşın gereklilik, orantılık ve sivil-muharip ayrımı konusundaki tüm kriterlere uygun olduğunu savundu. Spencer'e göre bu operasyon, düşman teçhizatına yönelik meşru bir saldırıdır.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ise çağrı cihazlarının ve telsizlerin yerlerinin güvenilir bir biçimde belirlenemediği ve askeri hedef-sivil ayrımı yapılmadığı gerekçesiyle bu saldırıların uluslararası hukuka aykırı olduğunu iddia etmektedir.
Saldırıların tartışılan bir diğer yönü ise kullanılan yöntemdir. Daha somut ifadeyle, çağrı cihazları ve telsizlere patlayıcı yerleştirilmesinin, Aşırı Yaralanmaya ve Ayırım Gözetmeyen Etkilere Sahip Silahların Yasaklanması Sözleşmesi'ne ekli Değiştirilmiş Şekliyle Protokol II'ye uygun olup olmadığı tartışılmaktadır. Bu sözleşme, İsrail ve Lübnan tarafından da onaylanmıştır.
Protokol II’de “bubi tuzağı”, bir insanın görünürde zararsız bir nesneye dokunması veya yaklaşması sonucu faaliyete geçen, öldürmek veya yaralamak için tasarlanmış cihaz veya malzeme olarak tanımlanmaktadır. Sözleşmenin 7. maddesi, bu tür tuzakların sivil halk yoğunluğu bulunan bölgelerde kullanılmasını yasaklamaktadır.
Lieber Institute’un Articles of War sitesinde görüşlerini paylaşan William H. Boothby, çağrı cihazları ve telsizlerin patlayıcı yerleştirilip tuzaklanmasını “bubi tuzağı” oldukları gerekçesiyle Protokol II’nin 7. maddesine aykırı olduğunu değerlendirmektedir. Boothby, ayrıca bu cihazların sivil halkın yoğun olduğu bölgelerde patlatılmasının da yine aynı maddeye aykırı olduğunu ileri sürmektedir.