Çakmakçı: Sanatçı muhaliftir
Çakmakçı: Sanatçı muhaliftir
Simge Çerkezoğlu
Türk Sinemasının en önemli görüntü yönetmenlerinden birisi olan Aytekin Çakmakçı’nın yolu Yakın Doğu Üniversitesi’nin kuruluş etkinlikleri çerçevesinde Lefkoşa’ya düştü. Kuşkusuz onu görmek ve konuşmak benim için bulunmaz bir fırsattı. Yılanların Öcü, Mum Kokulu Kadınlar, Acı, Işıklar Sönmesin, Arabesk, Sen Türkülerini Söyle ve daha niceleri… Hepsi de Türk sinemasının kült filmleri ve hepsinde de onun imzası. Her ne kadar edebiyata tutku ile bağlı olsam da yıllarca televizyon ve sinema eğitimi aldım. İşte o sebeple de Çakmakçı’yı bulmuşken sordukça, sordum. O da hiç bıkmadan anlattı, deneyimlerini yaşadıklarını benimle paylaştı. Babasının sinemacı olacağını duyduğunda gösterdiği tepkiyi de konuştuk, Ada ile olan tanışıklığının 1971 yılında genç bir asker olarak burada görev almasıyla nasıl başladığını da. İtiraf etmek gerekirse karşımda fazlası ile kendini beğenen, eh biraz da ukala birini bekliyordum. Oysa karşıma zarif, naif ve kelimenin tam anlamıyla bir beyefendi çıktı.
CEZMİ AR VE SONRASI
Şahitlik ettiğiniz dönemden günümüze Türk sinemasını nasıl değerlendirirsiniz?
Benim Türk sinemasına başladığım dönem siyah beyaz dönemdi. 70’li yıllarda ise dönüş başladı. O yıllarda çok teknik ve malzeme eksiklikleri vardı. Zaman içinde siyah beyaz tamamen tedavülden kalktı. Renkli başladı. Böylece günümüze kadar geldik. Tük sinemasında artık bütün dünya setlerinde var olan imkânlar kullanılıyor. Okullarla birlikte yenilikler de devam ediyor. Ben mesleğe başladığımda okullar yoktu. İlk sinema okulu benim mesleğe girişimden on yıl sonra açıldı. Şimdi bu konuda hayli eğitim seçeneği söz konusu. Teknik malzeme yoğun olarak geliyor, artık bütün imkânlar mevcut.
17 yaşında sinemaya adım attınız. Ustanız Cezmi Ar ile geçen zamanı ise ıskaladığınız kanısındasınız…
Cezmi Ar Türk sinemasını başlatan iki insandan biriydi. Ben çaylak bir kamera asistanıyken karşılaştık. İlk karşılaştığımız gün kim olduğunu bile bilmiyordum. Bana “ustan gelecek otur bekle” demişlerdi. Az sonra kapıda seksen yaşını aşmış, balon gözlüklü ve bir ayağını sürüyerek yürüyen bastonlu, yaşlı, şirin bir dede belirdi. Ben tabii görüntü yönetmeninin o olabileceğini düşünmedim. İstifimi bile bozmadım. Karşıdan birisi “işte ustan geldi” dedi. Ben tabii şaşkınım, ayağa kalktım ve kendimi tanıttım. Bir ay birlikte çalıştık. Aradan yıllar geçtikçe ben sinemada bilinçlenmeye başladım. Önümde ve ardımda sinemayı var edenleri tanıdıkça ise karşıma hep Cezmi Ar ismi çıkıyordu. Anladım ki ben sinema tarihinin iki efsane isminden birisine asistanlık yapmışım ve farkına varmamışım. Hala utanıyorum üstelik bunu telafi de edemedim. Vefat etti ve bu içimde hicran olarak kaldı. Birlikte tek bir fotoğrafımız dahi yok. O yaştan sonra hep belleğimde şu kaldı; Etrafı daha farkına vararak izlemek, betimlemek, gözlemlemek ve ıskalamamak gerek. Hayatım boyunca hep buna çabaladım ve herkese de bunu öğrettim. Yaşadığınız hayatın farkına varın.
‘Türk Sinema’ tarihi sanki hiç korunmamış. Beyoğlu’nda bir tane ‘Sinema Müzesi’ var, o da sanki yeterli değil.
O sinema müzesi sanki Türk sinema tarihinin geneli gibi yapılmış. Yetersiz diyorsun doğru çünkü orada Türk sineması anlatılmıyor. Erler Film’in sinema ile olan kısmını anlatıyor. Tüm Türk sinema tarihine hitap etmiyor. Örneğin orada benim çalıştığım hiçbir filme dair bir afiş yok. Benim gönlümün onay vereceği tüm sinemayı anlatan bir müze yapılması. Yine de hiç değilse Türker İnanoğlu orayı kurdu.
DOĞRU KARE!
“İyi film doğru görüntüler toplamıdır” diyorsunuz… Sadece görüntü ile bu mümkün mü?
Ben böyle söylediğim zaman genelde algı yanlış oluyor. Önce doğru görüntü nedir onu tanımlayalım. Bir kareyi elinize alıyorsunuz kast, diyalog, lens ve ışık doğru olmalı. Sonra oyuncuların yorumu ve yönetmenin mizanseni de doğru kullanılmalı. Ayrıca mekan ve kostümün de doğru olması gerekiyor. Tüm bu doğrular tek bir kare içinde olunca da doğru görüntü ortaya çıkıyor. Her birinin tek başına bağımsız olması ile doğru kare yakalanmaz. Hep birbirini destekleyen elementler bir kare içinde doğru toplanırsa o kare doğru kare oluyor. Bu doğru kareler ise yan yana gelince iyi film oluyor. Buradaki tanımlama aslında bu…
Biraz da bir yönetmenin hayatının nasıl olduğundan bahsedelim. Ömür her gece farklı bir güzel kadınla mı geçiyor?
Her ne yaparsanız yapın siz bir insansınız. Kendi ilkeleriniz, bilinciniz ve doğrularınız var. Onunla yaşarsınız. Bu aslında şehir efsanesi avam tabiri ile meşhur olmak yönetmenin yatak odasından geçer. Siz kibarca sordunuz, ben açık konuşayım. Tam böyle değil hayat. Erkeklerin de diyet ödediği yerler var. Başarı tek başına buna bağlı olamaz. Başarı insanın doğru kişilerle oturup konuşması ve doğru davranması ile olur. Sinema için başarı aidiyet duygusu ve yaşam biçimi olmasında gizli. Ondan sonra zaten bu yolda yürümek daha kolay oluyor. Elbette sinemada yönetmenle ya da yönetmenin dışında çok aşklar yaşanıyor. Eskiden belki biraz bu durum gerçekti çünkü eskiden televizyon diye bir şey yoktu. Televizyon için canavar mı desem dost mu desem bilemiyorum ama mucize bir ürün olduğu kesin çünkü onunla her şey daha afişe.
Bir anlamda televizyon çıktı, sinemanın büyüsü bozuldu mu yani…
Eskiden sinema bilinmeyen dünyaydı. Televizyon belki sinemayı bitirmedi ama olumsuz etkilediği kesin. Düşünün ki her akşam her kanalda ikişer dizi oynuyor. İnsanlar bir yere gitmiyor. Evde oturuyor. Hayat pahalı elbette sinemayı bitiren şey sadece televizyon değil. Kişi başına düşen milli gelirlerin düşmesi de insanların sinemaya veya tiyatroya gitmesini engelliyor. Sadece televizyon demek de haksızlık olur.
“HAKLIYSAN DA AĞLAMA”
Neden kadın yönetmen az?
Sinema güçlü insanların işi, bir kere her koşulda karda, yağmurda, fırtınada çalışacaksın. Bazen günde on beş, yirmi saat çalışman gerekiyor. Bir de duygusal olarak da güçlü olmak gerek. Kadınlar her şeyden kolay etkileniyor. Daha duygusal olanlar ağlıyor. Sette ağlarsan herkes toplanıp sana ilgi gösterir ama kafalarda “bu çok zayıf, bundan sinemacı olmaz” fikri dolaşır. Öğrencilerime de söylüyorum. Sette haklı da olsan ağlama. Ağlamak güzeldir, beden kendini sıfırlatır ve yeniden başlarsın ama yine de ağlayacaksan git kimsenin görmediği yerde ağla sonra dimdik gel. Kadın yönetmen sayısını anlamak için zamana bakmak gerek. Sinemanın ataerkil bir olgusu var. Geçmişten bu güne kadın yönetmen sayısı ortalama yirmiye ulaştı. Geçmişe kıyasla gelinen nokta başarılı. Zaten erkek egemen toplumda kadın olmak ve kadınlığınla mesleğinde var olmak kolay şey değil.
Kıbrıs’ın sinemasına dair bir bilginiz var mı?
Sinema ve Kıbrıs denince aklıma hep arkadaşım Derviş Zaim gelir. İyi dostumdur ve iyi bir yönetmendir. Filimden önce anı kitabını okumuştum, Ares Harikalar Diyarında. Kıbrıs ve sinema benim için ona eşit. Ancak son gelişimde Kod Adı Venüs’ün biraz başını izledim. Yakın Doğu Katkıları ile çekilmiş.
İlk filmimiz o değil ama…
Üzgünüm bilmiyorum. Türkiye’de yaşarken Kıbrıs sinemasını takip etmek kolay değil. Bazen Tük sinemasında bile kaçırdığım gelişmeler olabiliyor. Önemli olan bir şeyler üretiliyor olması buradan sinemaya emek veren herkesi kutluyorum.
“DİGİTAL AHLAKİ İLKELERİ DEĞİŞTİRDİ”
Sinemada görsel efektler işin içine girince bu yönetmene neler kaybettiriyor?
Eskiden dijital yokken monitör de yoktu. Yönetmen istediğini görüntü yönetmenine anlatıyordu. Görüntü yönetmeni de yönetmenin isteği doğrultusunda kendi yeteneklerini bilinç ve kültürünü organize edip ona sunuyordu. Bunun için de yönetmenin dünyasını çok iyi tanımak gerekiyordu. Dolayısı ile görüntü yönetmeninin kültürel anlamda kendini çok iyi yetiştirmesi şarttır. Olabildiğince çok okumalıydı. Birinin dünyasını tanımak için ne kadar kültür hazneni genişletirsen, okursan o kadar kolay anlarsın. Dijital ile bazı ahlaki ilkeler değişti. Yönetmen monitör başında dizi çekiyor. Arkasında sanat ve görüntü yönetmeni duruyor. Ekrana bakan yönetmen her şeyi gördüğünü sanıyor ve talimatları ona göre veriyor. Oradaki uzmanlara sormuyor. Yönetmen monitör büyüsünün tuzağına düşüyor. Kendini her konuda erk ve tek yetkili sanıyor. Talimatlar veriyor. Diğer yetenekli insanlara danışmayıp ekibi eksik kılıyor. Dijitale geçmenin en önemli sakıncası bu şekilde yetenekleri harcıyor olması.
Türkiye’de son zamanlarda yaşanan siyasal ve sosyal gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kolay değil galiba iyi sinema aşırı baskılarla ortaya çıkıyor. Bunun en iyi örneklerini İran’da görebiliriz. Ne zaman ki şeriat düzenine geçtiler filmleri aralıksız dünyada patlama yaptı. Galiba aşırı baskı insanlara daha kıvrak ve becerikli sinema dili kazandırıyor. O anlamda bizim son on yılda yaşadığımız aşırı yasakçı zihniyetten çok daha iyi filmler çıkmasını beklerdim. Geçmişte sansür vardı ve kalksın diye de çok yürüdük. Sonunda kalktı ancak bugüne baktığımızda sansür sözde yok, oysa yerini oto sansür aldı. Türkiye’nin herhangi bir yerinden birisi “bu filmde sakınca var” diyorsa o film oynatılmıyor ve yeni kanunla bunu mahkemeye taşımak da mümkün olmuyor. Temelde bu çok daha ahlaksız bir durum… Şu anki hükümetin yasakçı zihniyetine hizmet eden bir anlayış var. Zaten hükümetin devlet tiyatrolarını kaldırmak yönünde çabası var. Sanata düşman bir refleks sergiliyor. Sanat bir toplumun gelişmesi için kan damarıdır. Sanat kurumları dik ve retçi yapıda olurlar. Sanatçıyı sanatçı yapan ana kelime muhalif olmaktan geçer. Dürüst sanatçı hep muhalif olmak zorundadır. Güzel sanatlar, sanat tarihi, görsel sanatlar, sinema, televizyon radyo veya tiyatro bu fakülteler muhalif olmak zorundalar. Hocalar bu öğrencilerden uzlaşıcı bir tavır beklememeliler. Muhalif olmayı beslemeliler.