Cambazis: “Kıbrıs sorunu, yaşlanma aşamasında…”
Kıbrıslırum araştırmacı yazar Kiriakos Cambazis, yıllar önce Rumca olarak kaleme almış olduğu önemli bir yazıyı ricamız üzerine, okurlarımız için çevirttirdi… Kendisine çok teşekkür ederiz…
“Kıbrıs sorunu, yaşlanma aşamasında” başlıklı bu yazı şöyle:
“Kıbrıs sorunu istila ve işgal sorunudur. İki toplumlu çatışma sorunu değildir”. Kıbrıs sorununun 1974 yılında ortaya çıktığını savunanlara göre meselenin özü bu cümlede açıklanmaktadır. Bir konunun özünün doğru yansıtılması halinde olayın gerçek boyutunu doğru biçimde yansıtacağı kanısındayım. Aksi takdirde yanlış mesajlar verip yanlış yerlere götürür, hatalı stratejilerin ve siyasi tercihlerin işlenmesine yol açar. Bu cümle bir söylem ile iç içe geçmiş durumdadır, bu söylen şu doğrultudadır: 1974 yılının Temmuz ayının bir sabahı aniden Türkiye Kıbrıs’ı istila etme kararını aldı ve gemi ve uçaklara asker doldurup Kıbrıs’ı istila etti. Bu şekilde, sorun “istila ve işgal meselesidir”. AKEL ise hayır, öyle değildir diyerek karşı çıkıyor: “Darbe ve istila aynı madeni paranın iki yüzüdür”. İkinci cümle ise tarihi ve olayları çarpıtmadır. “İki toplumlu bir çatışma sorunu değildir”.
Pek çok farklı kişi şunu savunuyor: “Kıbrıslıtürklerle herhangi bir sorunumuz yoktu, barış içerisinde bir arada yaşıyorduk”.
Eğer öyleyse 1963-64 döneminde hiçbir şey olmamıştır. Günümüzde kuyularda bulunan kemikler bu tezin tam aksini ortaya koymakta ve bu görüşü yıkmaktadır.
O halde geriye dönüp yeniden başlamalıyız: Şunun gibi bir şey söylenebilir: “Kıbrıs sorunu iki toplumlu anlaşmazlık sorunudur” ve çatışmaların sorumluluğunu iki toplumun liderleri taşımaktadır. 1963-64 döneminde Kıbrıs’ta Türk birlikleri yoktu. Sorun “istila ve işgal sorunu” değildi. Ortaya şu soru çıkıyor: Ne sorunuydu peki? Bu sorunun yanıtıyla öze varırız: Kıbrıs sorununun iç boyut olarak ortaya çıktığını kabul edersek, geçmişin günahlarından arınma yoluna doğru adım atmış oluruz ve bunun neticesinde yaratılan söylemler yıkılıp gider ve hakiki gerçeğin üzerini kapayan karanlığın maskesi düşer.
Bu koşullarla sorununun ne olduğunu da açıklığa kavuşturabiliriz: Etnik çatışma. Sorunun özünün kabul edilmesi, sorunun başlangıcından neredeyse yarım asır sonra günümüzde izlenen strateji ve taktikleri yerle yeksan edecektir.
İki toplum liderlerinin görüşmeleri de özün farkına varılmasının parlak başarısı olacaktır, liderlerin yaptıkları görüşmeler ve aldıkları kararlar herkesin işlevsellik göstermesini beklediği komitelerin çalışmalarına yaşam suyu verecektir.
Ülkemiz sadece bu yolla kısa bir süre içerisinde yeniden birleşmeye varabilir.
Ne yazık ki siyaset ağaları açısından esas olan işgaldir, tüm şart ve koşulları bu siyasi sepete atıyorlar. Etnik çatışma meselesini çözümlemeyi reddediyorlar. Bu meyanda zaman onlar açısından referans noktası değildir, bunun sonucunda da sorun sonsuzlaşıyor zamanın derinliklerine gömülüyor.
Okurları, düşüncelerini zamanda dolaştırmaya davet ediyorum. Bunu yaptıklarında Kıbrıs sorununun yaşlanma aşamasına geldiğini tespit edecekler. Olgunlaşalı yıllar olmuştur. Şimdiden 45 yaşına geldi ve neredeyse yarım asırlık oldu. Geçen zamanın farkına varılırsa, yeniden birleşmenin ne denli ivedi olduğunun kritikliği ve belirleyiciliği anlaşılacaktır. Yeni neslin bilincinde yarım değil, bütün bir devletin oluşturulması ivedidir. Tüm Kıbrıs toplumunun amaçlarına uyum sağlamak, bize yönelmek ve yeni nesli ülkemizin barış içerisinde ve yaratıcı gelişmesine yöneltmek aksatmalar, ertelemelere olmaksızın Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürklerin acil görevidir.”
(Not: Bu yazı, 18 Mart 2007 tarihinde POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayınlandı. YENİDÜZEN’den Sevgül Uludağ’ın “Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler” yazı dizisi için Çağdaş Polili tarafından Türkçeleştirildi…)
BASINDAN GÜNCEL…
“Soykırım ve çocuklar…”
Nazan Maksudyan
Önce 1894-1896 Hamidiye Katliamları, ardından 1909 Adana Katliamı, son olarak 1915’te Ermenilerin yaşadığı coğrafyaya istisnasız yayılan sistematik ve organize soykırım neticesinde çok sayıda Ermeni çocuk yetim kalmıştır. 1915 katliamlarını, olayların birincil tanığı ve öznesi çocukları (yetimleri) merkeze alarak anlama çabası, sahiplenme ve mülkiyet mücadelesini ön plana çıkarır. Ergenlik yaşlarında olan erkek çocukları hariç tutarsak, çocuklar yetişkin erkekler gibi ilk anda öldürülmemiş ve sürgün kafilelerinde kadınlarla beraber yol almıştı. Henüz bebek yaşta olanları kısa zamanda açlık ve susuzluktan hayatını yitirmişti. Hayatta kalabilen ‘sahipsiz’ çocuklar ise aynı emval-i metruke gibi taliplileri arasında mücadeleye yol açmıştı. Acınacak hallerine ve zavallılıklarına rağmen yetim çocuklar yardıma gönüllü rakip talipler arasında mücadele ve kavgaya yol açmıştır. Farklı misyoner grupları, farklı din ve etnik kökenden hane halkları, Osmanlı devleti, hatta yabancı devletler bu çocukları “kurtarmak” istemiş, yetimler paylaşılamamıştır.
Denilebilir ki yetimlere sahip olmak için verilen aralıksız mücadele, adeta Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı cephelerinden biri haline gelmişti. Çatışmanın farklı taraflarına göre yetimler ya kaçırılıyor ya kurtarılıyordu. Binlerce Ermeni yetimi Müslüman haneler tarafından sahiplenilir ve Müslümanlaştırılırken, Ermeni yetkililer ve hayatta kalan aile üyeleri en genç kuşağın dini ve dilsel kimliklerini kaybetmelerine engel olmak için çocukları geri almak için uğraşıyordu.
Osmanlı Ermenilerinin İttihatçı iktidar tarafından maruz kaldığı soykırım, sadece tehcir ve katliam anlamına gelmiyordu. Devlet aynı zamanda Ermeni olmayan nüfusun genelini de soykırım sürecinde yer almak için teşvik ediyordu. Bir yandan Ermeni mülkleri yağmalanıyor, bunun yanı sıra kadın ve çocuklar sahipleniliyordu. Müslüman Türkler ve Kürtler sürgün kafilelerinden istedikleri kişiyi alıkoymakta serbestti. Müslüman haneler gözlerine kestirdikleri Ermeni kadın ve çocukları evlerinde alıkoymakta beis görmüyordu. Özellikle devlet memurları ve askerler tarafından kafileden zorla ayrılıp sahiplenilen çocuk sayısı çok fazladır. Sayısız sözlü tarih görüşmesi, güzel kızların kaçırıldığının ve kadın ve çocukların açık arttırmayla satılan hayvan muamelesi gördüğünün altını çiziyor. Bazı anneler çocuklarını onlar dönene kadar bakılmaları için güvenilir Müslüman komşularına emanet ediyordu – çoğu geri dönemeyeceğini hesaba katmamıştı ya da en azından çocuklarını kurtarmak istiyordu. Bazen de Ermeniler çocuklarını para, yiyecek ya da diğer aile üyelerinin korunması için rehin vermeye razı gelmişti. Lerna Ekmekçioğlu’nun ifadesiyle, Jön Türkler Ermenilerin legal olarak kaçırılması, evlerde, fabrikalarda, tarım arazilerinde çalıştırılması ve sömürülmesi için uygun iklimi sağlamıştı.
Hasta, zayıf, çoğu zaman kirli, bitli, zavallı yetimlerin, devletlerin yük gibi görüp bugün bile kötü koşullarda yaşamaya mahkum ettiği kimsesiz çocukların bu kadar kıymete binmesi başlı başına ilginçtir. Ancak, şurası bir gerçektir ki çocukların yeni bir dil öğrenme, yeni bir dine inanma, yeni kimlikler edinme becerisine duyulan inanç, on dokuzuncu yüzyıl katliamlarında çok sayıda hayatın kurtarılmasına yaramıştır – daha katı bir ırkçı anlayışın hakim olduğu yirminci yüzyılda, genetik, soy, kan gibi sözde bilimsel sebeplerle çocukların da öldürülmesi gerektiği düşünülecekti. Ermeni yetimleri, dinlerinden, dillerinden, kimliklerinden bağımsız olarak, tabula rasa ilkesine dayanan eğitim anlayışına paralel şekilde boş sayfalar gibi değerlendirilmiş ve bu yüzden değerli bulunmuştur. Kolay yoldan her türlü kimliği benimseyecekleri, kısa sürede Protestan, Katolik, Müslüman yapılabilecekleri düşünülmüştür.
Güzel bulunan genç kızlar, kadınlar hemen evlere alınmış, akıllı, sevimli bulunan erkekler evlat edinilmiştir. Kısmen devşirme geleneğinin de etkisiyle olsa gerek, Ermeni çocukların, bir ‘geri dönüşüm’ (recycle) sürecine tabi tutulduktan sonra, başka türlü değerlendirilebileceklerine, her şeye dönüştürülebileceklerine dair iyimser bir algı söz konusudur. Başka bir açıdan yaklaşırsak, çocuklar tehdit olarak algılanmamıştı. Eli silah tutabilir diye düşünülen biraz daha büyük erkek çocuklar hariç, çocuklar soykırımın doğrudan hedefi değildir. Öte yandan, çocukları öldürmemek, bazı Ermenileri hayatta bırakmak anlamına gelmiyordu. Bilakis, Ermeniler nüfus olarak azalırken, ihtidalar neticesinde Müslümanlar çoğalıyordu. Dolayısıyla, Ermeni yetimleri köksüzleştirilmiştir. Kimliğin dil ve din üzerinden belirlendiği bir dünyada, kimliklerini kaybetme tehlikesi yaşamışlar ve çoğunlukla da kaybetmişlerdir. Sayıları yüz binlere ulaşan Ermeni yetimleri çoğunlukla evlatlık (ya da eş olarak) hanelere alınmış ya da yetimhanelerde Müslümanlaştırılmıştır.
Milliyetçi nüfus siyaseti çocukları sahip olunacak, kaçırılacak, şekillendirilecek bir metaya dönüştürmüştür. İmparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde nüfus çokluğu ulusal bir zenginlik olarak görülüyordu. Ana babasının kim olduğundan ya da belli bir yaşa kadar nasıl bir sosyalleşmeden geçtiğinden bağımsız olarak ulusal cemaate dahil edilecek her bir birey toplam nüfusu artırması bağlamında değerliydi. Doğum oranlarının oldukça düşük olduğu bir dönemde, Ermeni yetimlerle nüfusu arttırmak makul bulunmuş olmalıdır. Üstelik Ermenilerin de Wilson ilkeleri uyarınca ‘kendi kaderini tayin hakkı’ talebinde bulunacağı düşünülürse, hayatta kalan Ermenilerin yekununu bu sefer cana kast etmeyen yöntemlerle azaltmak Türk milliyetçilerinin çıkarlarına daha uygundu.
(YÜZLEŞME ATÖLYESİ – BAŞLANGIÇ/ Nazan Maksudyan – 29.5.2020)