1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Cambazis: “Lefkoşa’dan Leymosun’a giden dört Kıbrıslıtürk kadın 23 Aralık 1963’te yola çıkmışlar ama kayıp olmuşlardı..."
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Cambazis: “Lefkoşa’dan Leymosun’a giden dört Kıbrıslıtürk kadın 23 Aralık 1963’te yola çıkmışlar ama kayıp olmuşlardı..."

A+A-

Araştırmacı yazar  Kiriakos Cambazis:

“Lefkoşa’dan Leymosun’a giden dört Kıbrıslıtürk kadın 23 Aralık 1963’te yola çıkmışlar ama kayıp olmuşlardı… Polisin elinde kanıt varsa, ortaya çıkarılabilir…”

mm-102.jpg

Araştırmacı yazar arkadaşımız Kiriakos Cambazis, 23 Aralık 1963’te dört Kıbrıslıtürk kadının Lefkoşa’dan Leymosun’a gitmek üzere yola çıktıklarını ancak yolda “kayıp” olduklarını aktardı ve yol üzerinde o günlerde üç noktada barikatlar kurulmuş olduğunu, bu konuda Kıbrıslırum polisinin elinde kanıt varsa, bu konunun ortaya çıkarılabileceğine dikkati çekti.

Kiriakos Cambazis, geçtiğimiz yıllarda kendisinden bu konuda ricamız üzerine bu konuyu araştırmaya girişmişti…

Cambazis, konuyla ilgili olarak sosyal medya paylaşmında “Ayten, Suzan, Afet ve Nezire adlı dört kadının Lemosun’a gittiklerini ve yolda “kayıp” olduklarını, bunun 23 Aralık 1963’te yaşandığını belirtti. Cambazis, Lefkoşa’dan Leymosun’a giderken o günlerde üç noktada Kıbrıslırum polisinin barikat kurmuş olduğunu da hatırlatarak, polisin elinde kanıt varsa ancak başlarına ne geldiğinin öğrenilebileceğini belirtti. Cambazis, bu kadınlardan birisinin küçük oğlunu da bir aileye bırakmış olduğunu hatırlattı…

Hatırlanacağı gibi üç yıl önce, 21 Aralık 2016’da değerli arkadaşımız Mehmet Karadal’ın “kayıp” annesi Ayten İbrahim’in öyküsünü kaleme almış ve bu konuda bilgisi olanları paylaşmaya çağırmıştık. Küçük Mehmet’i bir tanıdıklarına birkaç saatliğine bırakıp Kıbrıs’ın güneyine geçen Ayten İbrahim’in Leymosun’a gitmek üzere geceleyin bir taksiye bindiği, ondan sonra da ondan haber alınamadığı anlatılmaktaydı… Yıllardır “kayıp” annesinin izini arayan Mehmet Karadal arkadaşımızla geniş röportajımız bu sayfalarda da, POLITIS gazetesinde de yayımlanmış, İngilizce olarak da bloğumuzda yer almıştı…

Kiriakos Cambazis arkadaşımıza bu konuya kafa yorup araştırma yapmakta olduğu için çok teşekkür ederiz…


BASINDAN GÜNCEL…

 

“Kayıplar lügâtı: 'Pijama'nın, kaybedilenlerin yakınları için anlamı başka…”

kk-090.jpg

İnsan hakları çalışanları olarak farklı anlatım biçimlerine ihtiyaç duyulduğu fikriyle hareket eden Hafıza Merkezi bu amaçla bir çalıştay düzenledi. Yaratıcı alanlarda çalışanların bir araya geldiği çalıştayda öne çıkan önerilerden biri “Kayıplar Lügâtı” olmuş. Fikri öneren Pınar İlkiz, “Oğuz Atay’ın “kelimeler, kelimeler albayım… bazı anlamlara gelmiyor” cümleleriyle, sözcüklerin kişiden kişiye anlamının değişebileceğini ifade ediyor. Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi (Hafıza Merkezi), Kasım 2011 tarihinde bir grup avukat, gazeteci ve insan hakları savunucusu tarafından kurulan İstanbul merkezli bir dernek. Özellikle 90’lı yıllarda yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin evrensel standartlarda belgelenmesi, emsal olabilecek davaların takibi ve hak ihlallerine ilişkin gerçeklerin toplumun geniş kesimlerine anlatılmasına yönelik faaliyetler yürütüyor.

Fakat sıkıntı şu ki, yaşananların geçmişte olması sebebiyle bu ve benzer çalışmalar kamuoyunun ilgisini nadiren çekebiliyor. Bu yüzden insan hakları alanında çalışanların toplumun geri kalanına ulaşmasını hedefleyen farklı anlatım biçimlerine ihtiyaç duyuluyor. Hafıza Merkezi, bu amaçla ilk defa 2017 yılının başında bir çalıştay düzenledi. Çalıştayda veri görselleme, tasarım, video kurgu, animasyon ve yazılım gibi yaratıcı alanlarda çalışanlar bir araya getirildi ve onlara fikirleri, projeleri soruldu. Ortaya çıkan anlatma biçimlerinden biri “Kayıplar Lügâtı” oldu. Fikri öneren ise gazeteci olarak da tanınan Pınar İlkiz’di.

Çalışmanın koordinatörü Kerem Çiftçioğlu, yaşananlara yönelik ilgiyi artırmak için farklı anlatım biçimlerine ihtiyaç duyulmasının sebebini şöyle anlatıyor, “İnsan hakları alanında çalışan kuruluşlar, ağırlıklı olarak hukuk ve sosyal bilimler disiplini etrafında değişim yaratmak için çabalar. Toplumu ikna etmek, onlara meseleleri anlatmak için başka alanlardan da yararlanmak gerekiyor. İletişimin bu yanı güçlü olduğumuz bir alan değil.”

‘İnsanların ilgisinin azalması doğal’

Kayıplar, faili meçhuller ve hak ihlallerinin bir dolu örneği olan Türkiye tarihinde özellikle 90’lı yılların bahsi geçiyor. Günümüzde de devam eden hukuksal süreçlere olan ilgi ise zayıf. Çiftçioğlu, zaman geçtikçe bu konulara olan ilginin azalmasını şöyle izah ediyor: “Yaşananlar çok ağır konular. İnsanlar bunları her an konuşmak istemiyorlar. Kaldı ki sürekli olarak aynı düzeyde takip edilmesini isteyemeyiz. İnsanları gündelik hayatları içinde yakalayan bazı iletişim araçlarını kullanmak gerekiyor. Bizim raporlarla anlattığımız, verilere dönüştürdüğümüz bir insanlık durumunu hikayeleştirdiğimizde başka bir anlam dünyası yaratmış oluyoruz. Meseleyi, olgusal olarak ortaya koymak analitik yaklaşım. Bu çok önemli. Tartışma zemini ve bilgi referansı oluşturuyor. Fakat bunun ötesinde duygusal referansları da kullanmak önemli.”

‘Pijama, kayıp yakınlarının hafızasında kalmış bir imge’

“Zorla kaybedilenler lügatı” işte bu ihtiyaçla başlayan ve kaybedilenlerin yakınlarının yaşadığı acıyı kelimelerin nesnel anlamlarını kullanarak anlatmayı hedefleyen bir sosyal medya kampanyası. Fikir 11 Şubat 2017 tarihinde düzenlenen çalıştayda Pikan Ajans’ın kurucularından Pınar İlkiz tarafından önerilmiş. “Herkes kendi öznel deneyimleri etrafında eşyalarla farklı bağlar kurar. Bu türden ilişkilenme evrensel bir şey. Kayıplar meselesini anlatmak için eşyalarla ve kavramlarla kurduğumuz bu nesnel ilişkilerin gücünü kulanmak istedik” diyerek anlatıyor Çiftçioğlu.

Kerem Çiftçioğlu’nu etkileyen iki sözcük “kapı” ve “pijama.” Peki “kapı”, kayıp yakınları için ne ifade ediyor?

“Kayıpların kapıyla ve telefonla kurduğu ilişki çarpıcı. ‘Kapı’, Berfo Ana’nın çok alıntılanan bir sözünden geldiğimiz bir örnek. Oğlu kaybolduktan sonra kapıyı hiç kilitlemediğini söylemişti. Bu beni çok etkilemişti. Kapı, bitmeyen bir umudu temsil ediyordu ama bu umut hayatla kurulan ilişkiyi güçlendiren bir umut değil, kaybın kabulü için ihtiyaç duyulan çizginin çekilmesine engel olan bir umut.”

Diğer sözcük ise “pijama.” Hikayesi ise şöyle: “Bu bizim kayıp yakınlarıyla yaptığımız derinlemesine görüşmelerde izine rastladığımız bir şeydi. Sabahın erken saatlerinde apar topar evinden alınan insanların, pijamalarını bile değiştirmeye fırsat bulamamaları sebebiyle o ana dair hafızada kalmış bir imge. Evin belki de ekmek kazanan figürünün bu kadar kırılgan bir şekilde hafızada kalmış olması açısından çok çarpıcı bir örnek.

‘Beyaz Torus genç kuşaktan birine bir şey ifade etmeyebilir’

Dört yıl Uluslararası Af Örgütü’nde Medya ve İletişim Koordinatörü olarak çalışan fikir sahibi Pınar İlkiz ise Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşuyla çalışma fırsatı bulmuş ve bu zaman zarfında ihtiyaçların neler olduğunu gözlemlemiş bir isim. İlkiz, ortağı Erkan Demir’le birlikte Aralık 2015’te bir sivil toplum ajansı olan Pikan Ajansı kurmuş. Pikan, STK’ların iletişim, kaynak ve kapasite geliştirme alanları üzerine çalışıyor.

O da “Kayıplar Lügatı”nın fikir olarak ortaya çıkışını şöyle anlatıyor, “Sözcüklerle insanın kurduğu ilişki, uzun süredir düşündüğüm bir şeydi. Yapıbozumcu* bakışla yola çıktım denilebilir. Sözcüklerin anlamlarının içi boşaltılıyor ya da her şeyin anlamı bir şekilde değişiyor. Aslında artık bazı şeyler bildiğimiz şeyler değil. Mesela, 60 yaşında birinin ‘kaliteli zaman geçirmek’ kavramından anladığıyla, 20 yaşında birinin anladığı bir değil. Şimdi, 20 yaşında birine, ‘kaliteli zaman geçirmek’ desen, ‘Uff ne yani? Telefonları mı bırakacağız, ne istiyorsun benden’ diyecek. Bir yandan da bazı şeylerin anlamı yıllarla birlikte kayboldu. Bunun en büyük örneği ‘Beyaz Toros.’ Şimdi, 20 yaşlarında birine ‘Beyaz Toros’ dediğinizde bir şey ifade etmeyecek. Aynı şekilde 60 yaşındaki bir insana ‘Oooo favladım seni’ demek de bir şey ifade etmeyecek.”

‘Yakınlarını kaybedenler için başka anlamlar ifade eden sözcükler olduğunu fark ettim’

İlkiz, sözcüklerin ve hatta nesnelerin karşılığının deneyimlere göre değiştiğini dile getiriyor: “Oğuz Atay’ın ‘kelimeler, kelimeler albayım… bazı anlamlara gelmiyor’ dediği yere denk geliyor. Dolayısıyla, bizim bildiğimiz kelimeler var, bazı insanlar için başka şeyler ifade eden kelimeler var. Buradan yola çıktım. Yakın tarihimizi, kimileri için farklı anlamlar ifade eden sözcüklerle anlatmak istedim.”

İlkiz sözcükleri nasıl yakaladığını da şöyle anlatıyor: “Hafıza Merkezi’nin yayınladığı bütün raporları ve Faili Belli  veri tabanında yer alan hikayeleri, mağdurların anlattıklarını okudum. Gündelik olarak aslında hayatımızda var olan ama yakınlarını kaybedenler için başka bir anlam ifade eden sözcükleri fark ettim.” Örneğin diyor İlkiz: “Pijama…”

“Pijamanın, zorla kaybedilenlerin yakınları için başka bir anlamı var. Çoğumuz için pijama kelimesi ‘Ah bir eve gitsem, pijamaları çeksem de yatıp yuvarlansam’ şeklinde bir cümlenin içinde yer alır. Fakat zorla kaybedilenlerin bazılarının yakınları için durum bambaşka. Raporlardan ve paylaşılan hikayelerden öğrendiğimiz şeylerden biri, kaybedilen insanlardan bazılarının sabah evlerinden götürülmüş oldukları. Sevdiklerinin arkalarından bakarken gördükleri, en son akıllarına kazıdıkları görüntü üstlerindeki pijama.”

Zorla kaybedilenler lügatı, dijital olarak Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi web sitesinde mevcut. Şu anda kesin bir plan ya da öngörü yok. Fakat dijital olarak paylaşılan içeriklerin kamusal dolaşıma da sokulması için görsellerin bez çantalar veya günlük kullanılan diğer eşyalar üzerine basılması düşünülüyor.

* Yapısöküm ya da Dekonstrüksiyon ilk kez post-yapısalcı düşünür Jacques Derrida tarafından ortaya atılan terim. Dilin, kesin hatları olmayan bir araç olduğu kabulüne dayanan post-modern eleştirel yaklaşım.

(HAFIZA VE ADALET MERKEZİ – KASIM 2018)


 

‘Kötülüğün Sıradanlığı’ üzerine: “Korku insanı ahlaksızlaştırır…”

İZMİR- “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı konferansta konuşan Prof. Dr. Nilgün Toker, hakikati görme kapasitesinin korkuyla ortadan kalktığını söyleyerek, “Başıma bir şey gelir mi diye korktuğumuzda anlam dünyamızın ilkeleri değişir. Korku insanı ahlaksızlaştırır. Kötülüğe izin veren, onaylayan, sessiz kalan herkes buna iştirak etmiştir” dedi.

İzmir Tabip Odası’nın düzenlediği “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı konferans, İzmir Tabip Odası Orhan Süren Konferans Salonu’nda gerçekleşti. İzmir Tabip Odası üyelerinin yoğun katılım gösterdiği konferansın konuşmacısı Barış Akademisyeni Prof. Dr.Nilgün Toker oldu.

Toker, konuşmasında referans olarak Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabına yer verdi. Kitapta Arendt, Nazi Almanyası'nda Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann’ın yargılanmasına yönelik düşüncelerini açıklıyor.

Konuşmasında Yahudi Soykırımı’nın mimarı olarak sunulan Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade normal bir insan olduğuna dikkat çeken Arendt’in sözlerine vurgu yapan Toker, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığı üzerine konuştu. Eichmann’ın, mahkemede yaptığı savunmada söylediği ‘Sadece, yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim’ cümlesinin ardında yatan mantığa da değinen Toker,  “aldığı emirle görevini yerine getiren yurttaş” söyleminin sıradanlaşmasıyla kötülüğün de derinleştiğini belirtti.

‘HERKES İSTEYEREK KÖTÜ OLUR’

Bugünlerde herkesin kötülüğün sıradanlığı üzerine konuştuğunu, bu kavramın sıklıkla dillendirildiğini söyleyen Toker, Kant’tan alıntı yaparak, hiçbir kötülüğün istemeden yapılamayacağını vurguladı. Toker, “Eğer bir eylem kötüyü gerçekleştirdiyse, kötüyü gerçekleştirmeye karar veren bir irade söz konusudur. Yani herkes isteyerek kötü olur” dedi. Eichmann’ın bu kötülüğe iten nedenleri, sadece aldığı emri yerine getirmekle açıklamasının, onun anlam dünyasıyla ilgili olduğunu belirten Toker, insanlığa karşı işlenen suçların hiçbirinin niyetle sorgulanamayacağına dikkat çekti. Buna örnek olarak Birleşmiş Milletler’in yasaya aykırı olan emre boyun eğme suçuna atıf yapan Toker, Eichmann’ın düşünme yokluğunu bu açıdan değerlendirerek,  “Kendi yasasına uymayan, kendi eylemi ilkeleri üzerine düşünme yetisinden yoksun insan. Akıl hayal gücü ve hafıza ile çalışır. Hayal gücü zihninde canlandırma ile yargıda bulunarak neyin iyi, kötü, halklı ya da haksız olduğuna karar verir. Eichmann’da düşünme yokluğu, kendini tüm diğerlerinin dışına koyarak, tüm diğerlerini tanımak, görmek kapasitesini kaybederek ortaya çıkmıştır” dedi.

‘KORKU İNSANI AHLAKSIZLAŞTIRIR’

İnsanda hakikati görme kapasitesinin korkuyla ortadan kalktığını dile getiren Toker, “Başıma bir şey gelir mi diye korktuğumuzda anlam dünyamızın ilkeleri değişir. Korku insanı ahlaksızlaştırır. Bizim memlekette vicdan bir duygu gibi tanımlanıyor. Halbuki vicdan tam da aklı işaret eder. Vicdan iyi kötü ayırt etme kapasitemizdir. Kötülüğe izin veren, onaylayan, sessiz kalan herkes buna iştirak etmiştir. Bunu ancak yüzleşerek aşabiliriz” diye konuştu.

(MEZOPOTAMYA AJANSI – 24.12.2019)

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2314 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar