CANIMA CEMRELER DÜŞÜYOR…
CANIMA CEMRELER DÜŞÜYOR…
Kırnı’dan… Şeher’e… Bir Uzun Yürüyüş…
Neriman Cahit
Özellikle de köyden – Şeher’e gelenler için…
Lefkoşa, başka bir kimlik edinmek gibiydi bizim için…
Özlemlerimizle, yokluklarımızla, tedirginlik ve korkularımızla yaşıyor olsak da… Bir bütünleşme – kucaklaşma duygusuydu…
Yıllar geçtikçe doku çatladı…
Hele de, 1974’ten sonra… Yerini dağılış aldı, göç aldı… Yağma, ganimet aldı…
Birleştiren değil bölüp dağıtan…
Onları gördükçe – yaşadıkça o kadar çok şeyden vazgeçtim ki…
Biliyorsun, insan seçtikleriyle yaşar… vazgeçtikleriyle ayakta durur…
Biliyorum, çok zor bir işe girişmektir seni anlatmak… Bendeki seni…
Aslında umutsuzluktan umut üretme çabasıdır bu…
LEFKOŞAM… ŞEHERİM…
Öyle çok şeyler yaşadım ki sende…
Öyle çok burukluklar, acılar, yokluklar, pişmanlıklar… Ama, bugün dahi hiç birinden pişman değilim. İyi ki yaşamışım…
En büyük zaafları sevmek, bağışlamak… Ve bölüşmek olan…
Maddeten yoksul ama manen çok varsıl insanlarla yaşadım ve onlardan çok şey öğrendim… Ondan sonra yaşadığım onca haksızlığa, adaletsizliğe ve insafsızlığa katık edeceğim…
Hala da katık ettiğim…
Nice sorgulamalı uykusuz sabahlarda, yarı aç yarı üşümüş ve sanki sınıfının yüzlerce yıllık yalnızlık ve yorgunluğunu taşıyarak gittiğim okul(lar)da karşılaştığım onca olumsuzluğa, bir yandan isyan ederken, bir yandan da artık türleri kalmayan ‘eli öpülesi hocaların’ beni ittiği, “Okumak – kitap dünyasında”, ruhumun, benliğim ve bilincimin bir demir gibi döğülerek oluşmasının verdiği onca yorgunluk…
Ve, daha niceleri…
***
Hayır, sende yaşadığım tek bir andan dahi pişman değilim…
Güne ulaşırken, beklemekle geçen gecenin tadını anladım… Ve, zamanla sevdim…
Yıllardır sakladığım solup sararmış bir not hiç çıkmadı aklımdan:
“Zamanı geldiğinde, tüm hüzünlerin haritalarının okunup, bilinç ve huzura çevrilebileceği… Bu bilinçle yeni, yepyeni hayatlar ve ülkeler yaratılabileceği ve ölümün, bazılarınca yenilebileceği…”
Ve hep, şu dileği sorguladım… Hala da sorguluyorum:
“Keşke, bütün cennetler, cehennemler, dualar, kutsal kitaplardan çıkarılsa… çıkarılabilse… Ve, insanlar birbirinin cenneti ve duası olabilseler…”
***
Ve, hep sende ölmeyi düşledim…
Bu ölümün de, ne bir damla gözyaşı ne bir hıçkırık ne de bir sürelik de olsa acı ile karışık olmamasını…
Aksine, hafif bir müzik ve gündüz olduğuna aldırmadan, mum ışığıyla yolcu edilmeyi… Çünkü ben, sadece ten’in / beden’in ölümlü olduğuna inanıyorum… Sadece ‘Ruh’ kalıcıdır…
DERTLER… DERTLER…
Lefkoşam, Şeherim… Talihsiz sevgilim benim…
Dertler daha da soldurmuş hüzünlü yüzünü…
Teneke saksılarda, ben susadıkça onları da suladığım çardellalar, feslikanlar, hanımelleri gibi kaç ayrılık dahil oldu sonbahara, bahara ulaşamadan…
Gün yorgun inse de evimize, onu, annemin bütün gece bez dokuduğu – hep aynı odada yaşadığımız Reşadiye Sokaktaki evimizde, yılgınlık – yorgunlukla değil daha bir dirençle başlamak, bağlıyordu bizi hayata…
Her doğan günle sabrın yeniden sınandığı… Yüreği dilim dilim eden onca acı… Provasız bir oyun gibi oynanan onca yaşam olayı…
Onca melankoli arasında, hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayan koca nenemin “yaradana şükredin… veren de alan da o…” öğütleri…
***
Lefkoşam, sevgilim…
Gözlerinde gördüğüm o acı yalnızlık ve yabancılık kahrediyor beni…
Hem sılam hem de gurbetimsin artık…
Bağışla bizi…
İyice baksak… bakabilsek gözlerine… belki göreceğiz kendi güncemizi…
Ve hepimiz, kendi payımıza düşen yangını avuçlayabileceğiz… Ama, bakmıyoruz… Bakamıyoruz…
Oysa,
Eski bir yara gibi zonklayan şehrimiz anlatır… Anlatabilir sadece bize bizi…
Ve, ömrümüzün özetini…
***
Lefkoşam, Şeherim benim…
İyice kapadın artık kendini bize…
Kapadın yapraklarını yüreğimize… Solan bir çiçek gibi… Kapandın acılarının üstüne…
Belli ki çok kırılmış, gücenmiş, incinmişsin, yaşadıklarından, gördüklerin ve geçirdiklerinden…
***
Seni böyle gördükçe her gün…
Canıma ölümün cemreleri düşüyor …
Şeherim… Lefkoşam…
-------------------------------------------------------------------
KIBRISLI BİR KADININ GÖÇMEN YÜREĞİNDEN…
Nicedir ikiye bölünmüş bu küçümen adada
çoktan yitirilmiş birer kimlik gibi suskunuz
bir fısıltı gibi sızıyor kin ve öfke toprağımıza
her gün biraz daha açılıyor aramız
her gün biraz daha…
Zaman silip gidiyor her şeyi
sadece hayat izlerimizi değil
dostlukları ve hatıraları da
şimdi sıra çocuklarımızda…
Ama hala bıraktığımız yerde
duruyor hatıralar…
kaçanların geride bıraktığı
yeni gelenlerin oynayamadığı
kırık birer oyuncak gibi…
Bir gün evlerimize geri döneceğiz diye
hep bekledik…
yıllar sonra misafir gibi döndük…
beyaz saçlı çocuklar olarak…
ama, ne eski dostlar karşılayabildi bizi
ne de tütsü yakacak birileri…
Üşüttü…
Yaralı birer çığlık gibi ıslak anılar
üşüttü bizi…
II
İki eski komşu, iki yaşlı ana
biri Beşparmaklara döndü yüzünü
biri Trodos’a… Ve, söylediler en acı
hasret türkülerini dağlarla birlikte…
çünkü, hatırlar dağlar türkülerin en güzellerini…
bir de kadınlar…
Ama, çok çaresiz ve yorgundular
doğuramadılar kendilerini
ve eski komşuluklarını bir daha
onlar için zaman durmuştu çoktan…
Bir ses duydular ansızın
dağların çok derinlerinden:
“Biz ölenler ve öldürülenler deriz ki
yıllardır, kine ve ölüme götürdü
tuttuğunuz yol sizi…
barış denen o kuşu katlettiniz
umudu soldurdunuz, birbirinize
yaşattığınız acılarla…
öğrenin artık, bir çıkmaz sokaktır
tuttuğunuz yol…
Açın… Açın yüreklerinizi barışa
Sevmeye ve bağışlamaya…
III
Haydi analar
siz başlayın işe
yepyeni ve barışçıl bir geleceğin
gergefini yüreklere işlemeye…
eliniz yatkındır nasıl olsa
yırtık ve sökükleri dikmeye…
Haydi analar…
Haydi analar…
Neriman CAHİT