Carol: “Bazı İnsanlar Hayatınızı Sonsuza Dek Değiştirir”
Standartlaşmış LGBTİ+ filmlerinden farklı olarak bir açılma hikayesi ya da bir kendini arama hikayesi izlemeyiz. İki kadın sadece aşık olur, hepsi bu kadardır.
Özgül Saygun
[email protected]
Yapılması en güç şeylerden biri hayatınızın farklı dönemlerinde onlarca kez izlediğiniz bir filmi yorumlamaktır. Geçen yıllar içinde bir filmi defalarca izlersiniz ve her seferinde kendinizden farklı parçalar bulursunuz. 2015 yılında Ankara’da bir film festivalinde ilk kez izlediğim günden bu yana geçen 4 yıl boyunca tekrar tekrar izlediğim Carol da bu filmlerden biri. Film neredeyse kusursuz olduğundan bu yazıda filmi anlatmayacağım, kendime sorduğum bir soruya cevap bulmaya çalışacağım. Bu filmi bana defalarca izlettiren neydi?
Patricia Highsmith’in “The Price of Salt” isimli kitabından uyarlanan ve Todd Haynes’ın yönettiği Carol, 1950’lerde New York’ta tezgahtarlık yapan yirmili yaşlarındaki Therese ve evli olduğu adamdan ayrılmaya çalışan Carol’un aşkını anlatır. 1950’ler Amerika’sında oldukça muhafazakar bir toplumun içinde birbirlerini bir oyuncakçıda bulan bu çiftin aşkı, film boyunca kelimelerle değil iki oyuncunun da muhteşem oyunculuğuyla birlikte bizlere sadece bakışlarıyla anlatılır. Örneğin, ilk karşılaştıkları sahnede birbirlerine bakışlarını neredeyse herkes biriyle yaşamıştır ve o an gerçeğin tam da kendisidir.
Yirmili yaşlarında hayatından ve işinden çok da memnun olmayan, kendiyle ilgili daha büyük hayalleri olan Therese, kendisine göre daha güçlü bir karakter olan Carol’a aşık olur. Kitap tamamen Therese’in Carol ile ilgili düşüncelerini ve duygularını anlatsa da filmde ikisinin de güçlü ve güçsüz yanlarını görme fırsatı buluruz. Aslında yaşları ne olursa olsun bana kalırsa bu film iki insanın büyüme hikayesidir. Zaten filmin spotunda da dediği gibi “Bazı İnsanlar Hayatınızı Sonsuza Dek Değiştirir”. Bu hikaye iki kadının birbirini değiştirme hikayesidir. İkisi de filmin sonunda, başladıkları noktadan çok farklı yerlere geleceklerdir. Bu karşılaşmaları onları daha güçlü yapacaktır. Adeta birbirlerini hikayenin sonuna taşırlar. Çünkü paylaştıkları sadece bir aşk değildir, onlar bir dostluğu da paylaşır. 1950’lerin muhafazakar toplumunun dışında birbirlerini bulurlar ve hayatlarının farklı noktalarında birbirlerine sağladıkları bu aşk ve dostluk onları sonsuza dek değiştirir. Film boyunca Carol’un “sapkın yönelimleri dolayısıyla” boşanma aşamasında yaşadığı sıkıntılar dışında filmde ikisinin de yönelimine dair bir söz söylenmez. Standartlaşmış LGBTİ+ filmlerinden farklı olarak bir açılma hikayesi ya da bir kendini arama hikayesi izlemeyiz. İki kadın sadece aşık olur, hepsi bu kadardır.
Therese mutlu olmadığı bir işte çalışırken bir gün fotoğrafçı olma hayali kurar. Kendine ve çektiği fotoğraflara çok güvenmiyordur ama hayatıyla ilgili bir planı henüz yoktur. Bir erkekle birliktedir ancak ondan ne istediğini bilmez. Hayatının tam ortasında kararsız bir karakterdir. Carol, onunla evlenmek istediğini söyleyen erkek arkadaşıyla ilgili kararını sorduğunda “öğlen ne yeyeceğime bile karar veremiyorum” demesinden bunu anlarız. Gerçekten de aynı sahnede ne sipariş edeceğini bilemez ve Carol ne sipariş ediyorsa aynısından ister. Therese bu kararsızlığını daha sonra bir kaç kez daha tekrarlayacaktır. Her izlediğimde farklı bir anını ve duygusunu yakaladığım bu filmde, belki de Therese ile çok yakın hissettiğim bir anda, kurduğu bu ikinci cümleyi de yeni fark ettim. Therese’in başka bir sahnede “Her şeye evet dersem ne istediğimi nerden bilebilirim” diye kendine ettiği serzeniş bu kararsızlığını pekiştirir. Carol ile olan kısa ilişkilerinde de Carol’un isteklerine ayak uydurur. İlk adımı Carol atana dek tepkisizdir, Carol’un şehir dışı gezi tekliflerine “evet” der ve onunla uzun yolculuklara çıkar. Onu ve kendini uzaktan izler ve aralarında ne olacağını bilmediği bir yokuştan yuvarlanmalarına izin verir gibidir. Elbette bunu yapmasının bir çok nedeni olabilir. Ama önemli olan şudur ki, bunu yapması Therese’i pasif bir karakter yapmayacaktır. O sadece değişim içinde bir kadındır ve bazı şeylerin yanından geçmesine izin verir, bir çoğumuzun bazen olmasına izin verdiği gibi. Carol onun hayatına birden bire çıkan güçlü bir karakterdir ve daha önce de söylediğim gibi birbirlerinin hayatlarının değişmesine yardımcı olurlar. Therese fotoğraflarına ve kendine çok güvenmezken Carol onu cesaretlendirir.
İlk bakışta Carol’u daha güçlü bir karakter olarak kodlarız çünkü Therese’e göre daha kararlıdır, film bize onun kırılganlığını da satır aralarında anlatacaktır. Ayrılmaya çalıştığı kocasıyla olan ilişkisini takip ettiğimizde Carol’un toplumsal cinsiyet rolleri içerisinde sıkıştırılmaya çalıştığını ve buna bir süredir isyan ettiğini görürüz. Kızı yaşadığı “onaylanmayan ilişkilerinden dolayı” elinden alınabilir, ekonomik durumu sarsılabilir ve sosyal yaşamından bir çırpıda koparılabilir. Bunun yanı sıra Therese ile birlikte olduğu anlarda ayakları yere basan ve kararlı bir çizgidedir. Çünkü Therese ile birbirlerine sundukları güvenli alanlarında ikisi de özgürdür. Çıktıkları yolculuklarda başkalarıyla paylaşmadıkları bir dostluk paylaşırlar, birbirlerini ilk başta çok az tanıyor olmaları onlara kendilerini bir kez daha var etme şansı verecektir. Zaten onları büyüten de budur diyebiliriz.
Aslında farklı sosyo-ekonomik koşullardan gelen bu iki kadının toplumsal cinsiyet kutularına nasıl sığdırılmaya çalıştığını izliyoruz. Therese’den hayatının tam ortasında beklenen evlenmesi ve bir “yuva kurmasıdır” onun ise tek bildiği bunu istemediğidir ancak önünde başka bir örnek yoktur, bu yüzden de farklı bir hayatın nasıl olacağını bilemez. Bu arada kalmışlık onu her konuda kararsız kılar, Carol ise bulunduğu evlilikten çıkmak ve özgür olmak ister ancak toplumsal olarak kendisinden daha güçlü olan kocasından kopmasının bedelleri vardır.
Filmi gerçeğe çok daha fazla yaklaştıran da budur. Toplumsal cinsiyet rollerini reddettiğimizde ve kadın-erkek ilişkilerinin dışında bir ilişki içerisinde olduğumuzda yıl 1950 değil 2019 da olsa bu ilişkiyi yürütmemizin ve ne istediğimizi bilmemizin bir bedeli vardır. Toplumsal olarak “karı-koca”ya sunulan bir çok yarardan mahrum bırakılırız. Önümüzde bir kaç filmdeki bir kaç karakter dışında örnek yok denecek kadar azdır. Ne hissettiğimizi, karşımızdakinden ne istediğimizi ve kendi hayatımıza dair ne beklediğimizi el yordamıyla bulmamız gerekir ve bu diğer insanlara göre çok daha fazla zamanımızı alabilir. Kendimizi Carol gibi istemediğimiz bir evlilik içinde bulduğumuz anda yıllar sonra da bunu çözebiliriz, Therese gibi çok genç bir yaşta karşılaştığımız bir kadına olan aşkımızla da bunu anlayabiliriz. Ama muhakkak ki karşımızdaki kişi ile ortaklaştığımız nokta bu “dışta kalmışlık” olacaktır. Genellikle olumsuz bir anlamla kullanılan bu dışta bırakılmayı aslında olumlu bir yerden okumayı öneriyorum. Çünkü bu geleneksel hayatları yaşamamamız bizlere kendimize en yakın hayatı bir mücadele ile kurmamızı sağlayacaktır. Ilk başta sorduğum soruya da geri dönecek olursam bana filmi defalarca izlettiren de budur. Bu iki kadın kendilerine sunulmuş matematiği çözülmüş bir hayatı değil, birbirlerini daha iyi bir geleceğe taşıyacakları bir hayat kurmayı seçer. Bana kalırsa filmde özellikle yönelime referans verilmemesi de bu etkiyi çoğaltacaktır, izlediğimiz sadece bir LGBTİ+ temsili değil, insan ilişkilerine, sevgililiklere ve dostluklara dair bir hikayedir. Terk edildiğimizde Therese gibi arabayı durdurup bir yerde kusabiliriz ama belki de bu karşılaşmadan “sonsuza dek değişmiş” olarak çıkacağızdır.
Filmin en sonunda ilişkilerine ne olduğunu bilemeyiz. Ayrılma kararı aldıktan sonra buluştukları bir yemekte birbirlerine hayatlarını anlatırken ikisinin de artık daha güçlü bir yerde olduğunu öğreniriz. Therese artık istediği işi yapmaktadır, Carol ise kocasından ayrılmış ve kendine bir iş ve ev bulmuş yalnız yaşamaktadır. “Her şeye evet demesiyle” yakınan Therese’e Carol birlikte yaşamayı teklif ettiğinde Therese bu kez “hayır” demeyi başarır. Daha sonra Carol Therese’i arkadaşlarıyla bir buluşmaya davet eder. Filmin en can alıcı son sahnesi de budur. Therese yemek salonuna girer ve bir süre Carol ile bakışırlar. Hiç kimsenin konuşmadığı duygu yüklü bu sahnede Carol ve Therese uzun uzun birbirlerine bakarlar. Oyunculuklar ve müzik birleştiğinde aslında film tarihinin belki de en değerli sahnelerinden birini izleriz. Sonrasında aralarında ne olduğunu bilemeyiz, belki de Therese ve Carol o yemekten sonra bir daha görüşmeyecektir, belki bir daha ayrılmamak üzere birlikte olacaklardır ya da belki arkadaş kalmaya karar vereceklerdir. İşte bu da filmi izlerken kendimizi bulduğumuz karakterlerde, ilişkimizde biz ne yapmak istiyorsak onun bir cevabıdır. Çünkü herkesin hayatında onu sonsuza dek değiştiren biri mutlaka vardır. Hatta şöyle söyleyebilirim ki bizleri değiştirecek ‘en az ‘bir kişi vardır. Bu sadece kaderci bir yerden herkesin bize öğretebileceği bir şey var noktasından söylenen bir söz değildir. Bir ilişkide her iki taraf da kendini ve tüm geçmişini o ilişkiye taşır, karşımızdaki kişiden beklediklerimiz ve gerçekte oldukları aslında hiç bir zaman aynı değildir. Kurduğumuz iletişim ile bu farkı en aza indirmeye çalışırız, birbirimizin farklı yönlerini görürüz. Aslında tüm bu süreç kendimiz, karşımızdaki ve bu iki varlık arasındaki gerilim ve bu gerilimin değişim sürecidir. Carol ve Therese gibi aynı kırılganlığın içinde birbirini bulan kişiler ise dostluk içerisinde birbirini sonsuza dek değiştirecektir. En baştaki sorumun cevabına tekrar dönecek olursam, filmi defalarca izlettiren de aslında tam olarak budur; kaçınılmaz değişimin melankolisi.