Çavuşoğlu’nun Akıncı referansı
Şahsen ben müzakere sözcüğünden nefret ederim. Bu sözcüğü her duyduğumda karnıma belli belirsiz bir ağrı girer. Canım sıkılır, tuhaf bir huzursuzluğa yelken açarım.
Sözcüğün üzerimdeki bu olumsuz psikolojik etkisi, Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğuyla paylaştığım bir şey. Halkın geneli bu sözcüğün yıllar içerisindeki “bir sonuca varmamayı” ve “belirsizliği” simgeleyen çağrışımlarından tek kelimeyle usanmış durumda.
Ancak bu durum benim ya da bu duyguları yaşayan başka herkesin, sırf hissiyatımız olumsuz diye gerçekleri görmezden gelebileceğimiz anlamına gelmiyor. Gerçeklik duygu durumumuzdan apayrı çünkü. Kıbrıs Sorunu uluslararası bir sorun olarak varlığını sürdürüyor ve Doğu Akdeniz’deki jeopolitik uyuşmazlıkların da bizlere göstermesi gerektiği gibi, biz usandık diye güncelliğini kaybetmiyor.
Ortada gerçekten de çözülmesi gereken bir sorun var. Biz istesek de istemesek de bu böyle. Zaten Kıbrıslı Türkler çözümsüzlüğün etkisini toplumsal yaşamda doğrudan deneyimlemeye devam ettiği için, kimse onlara bu “sorunlu” durumun aynen devam etmesi seçeneğini öneremiyor.
Bu nedenle ayrılıkçı politikaların topluma sunuluş biçimi, özündeki amaçlardan tamamen farklı. KKTC ile devam edilmesi seçeneği sunuluyor olmasına rağmen, küçük açıkgözlüklerle bunun üstü örtülmeye çalışılıyor. “KKTC’yi tanıtacağız” sloganı pek inandırıcı olmadığından “AB çatısında iki devletli çözüm” kavramına dönüşüyor. Annan Planı sonrası dönemden miras alınan “çözümden bahsetme” zorunluluğu, bu kez kendisini böyle bir sloganda gösteriyor.
Kıbrıslı Türkler’in federal çözümü algılayışında en büyük devrimci değişim Annan Planı süreciyle yaşanmıştı. O günlere kadar çözüme yaklaşım çoğunlukla olumsuz iken, 2000’li yılların başlarından itibaren federal çözüm tezine destek gittikçe güçlendi.
Bu destek, hayal kırıklıklarının etkisiyle 2010 yılına doğru giderek hakimiyetini yitirmeye başlıyordu. Ancak bu dönemde çözüm karşıtı siyasi aktör ve çevreler henüz “Biz de barış istiyoruz ama...” mealinde cümleler kurmak zorunda kalmaktan kurtulamıyorlardı.
Bu utangaç çözüm karşıtlığının ana sebebi Kıbrıslı Türklerin çözüm iradesinin, o günlerde hala görünür olan uluslararası kazanımlarından geri adım atmanın halka bu çevreler tarafından doğrudan doğruya önerilemiyor oluşuydu. Kıbrıslı Türkler arasında çözüm umudu azalmaya başlamasına rağmen, çözümün gerekliliği algısı hala daha güçlüydü.
Eroğlu’nun 2010 seçimlerini “çözümü ben de yaparım” mottosuyla kazandığı halen hatırlardadır. Bu iddia ile Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuş olması, çözüm karşıtlığının dışavurumunun utangaç propaganda çemberinde kalmasını sağladı.
Akıncı’nın 2015 yılında seçilmesi, vaatleri arasında federal çözüm yönünde irade göstereceği olduğu için, pek tabi ki halkın hala daha çözümden federal bir birleşmeyi anladığının göstergesiydi. Nitekim olabilecek en geniş şekilde çözüm umutlarının yeşerdiği bir başlangıç dönemi yaşadık.
Crans Montana ise bu sürecin, birincisinden siyahla beyaz kadar farklı ikinci safhasını başlattı. Bu zirvedeki sonuçsuzluk halkın psikolojik ayarları üzerinde ciddi bir oynama yapmış oldu. Hakim toplumsal algı Annan Planı dönemi öncesinde olduğu gibi gerçeklikten bir kez daha koptu.
Çözümün tek yolunun federasyon olmadığını, başka seçenekler de olduğunu inanmaya başlayan geniş kesimler peyda oldu. Federal Çözüm yanlıları arasında bile birçokları ümitsizliğe sürüklendiler. Herkesin öncelikli gündemleri değişti, çıkmaz bir labirente yolculuk iyice hızlandı.
Şimdi toplum lideri seçeceğimiz güne 1 aydan daha kısa bir süre kalmışken, toplumsal algıdaki bu devasa değişimin sorumluluğunu nerelere yüklemeliyiz?
Türkiye Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yapmış olduğu “federasyonu son kez görüşmüştük” beyanatını bu tablonun neresine koymalıyız?
Bu beyanatın yalnızca seçimlere müdahale boyutunu öne çıkararak kahraman yaratmakla ı yetinmeliyiz? Yoksa hangi nedenlerle buralara gelindiğini sorgularsak daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıyız?
Bu soruları doğru bir biçimde yanıtlamaya çalışmak bizleri Çavuşoğlu’nun açıklamasına malzeme ettiği, “Sn. Akıncı da bunu söylemişti” ifadelerine götürüyor. Çünkü burada Akıncı tarafından Crans Montana’da yapılan büyük bir hata ifadesini buluyor.
Zirveye giderken tüm uyarılara rağmen “bu son şansımızdır” beyanatları vermesi, zirve sonrasında federasyon dışı seçeneklere vurgu yapmış olması, uluslararası planda çözüm iradesinin temsilciliğini yapmaya önem verilmemesi, bütün bunların bizi getirdiği sonuç bu işte.
Meydanı boş bulan ayrılıkçıların Kıbrıslı Türklerin çözüm iradesini başka biçimlere sokmaya çalışarak toplumda yaratmayı başardıkları kafa karışıklığı...
Yalnızca Türkiye’nin yakın vadeli strateji ve çıkarlarının belirleyici olduğu, bizim buralarda politika oluşturma bakımından tek bir şey pişirilip kurtarılmadığı, tamamen dışlandığımız bir “Türk tarafı” politikası...
Üstüne bir de krema olarak, Türkiye Cumhuriyeti bakanının, federasyon modeli karşıtı açıklamasında çözüm yanlısı olduğu iddiasındaki Akıncı’yı referans göstermesi...
Mesele bundan daha görünür olamaz, bundan daha iyi meydana çıkamazdı.