“Cehalet, mutluluk getirir mi acaba?”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, akademisyen, araştırmacı-yazar ve grafik sanatçısı Konstantinos Emmanuelle, yaratmış olduğu “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” sayfasında, “Bize dair gerçekler”in dördüncü bölümünü kaleme aldı. Konstantinos Emmanuelle’in “Cehalet mutluluktur” başlıklı bu yazısını okurlarımız için derleyip Türkçeleştirdik. Yazı şöyle:
*** Öğrencilerimin dış dünyaya ilişkin ne kadar derin biçimde kaygılandıklarını ve pek çoğunun da nasıl bir depresyon ve sosyal bunalım içerisinde olduklarını gördüğümde kendime bugün teknolojiye ve bilgiye sınırsız erişimimizin olduğu bu koşullarda, geçmişe kıyasla daha iyi durumda mıyız ki diye sormadan edemiyorum... Eğer kabul ederseniz şöyle söyleyeliyim – belki de daha fazla şeye sahip olmak, çok daha değerli birşeydir. Ya da bir başka biçimde söyleyecek olursak, belki daha az şey bilirsek, hayatlarımızın daha çok tadını çıkarabiliriz!
*** Bugünün “Bize dair gerçeği”, cehaletin mutluluk olduğunu ileri sürüyor, veya belki de çevremizde olup bitenler hakkında daha az bilgi sahibi olmak, daha iyidir... Geçmiş herhangi bir kuşaktan çok daha fazla bilgiye erişimimizin olduğunu tartışmıyorum... Sözde “bilgi çağı”nda yaşıyoruz... Akıllı telefonlarımız anında haberler ve dünyadan araştırmak istediğimiz her konuda bilgileri anında bize sağlayabilir. Tek yapmanız gereken “google”da arama yapmaktır. Ve bir de “sosyal medya” vardır ki ne tuhaftır aslında sosyal falan değildir...
*** Hayatım boyunca analog teknolojiden dijital teknolojiye fırlamaya tanık oldum, geçmişte hiç de düşünü dahi kuramayacağımız olanaklarıyla birlikte... Şimdi istediğim anda çevrimiçi olarak bir tuşa dokunarak herşeye ulaşabilirim ki buna şiddet yüklü korkunç videolar da, sevimli domuzcuğa ilişkin filmler de dahildir. Hiçbir şey gizli ya da erişilmez değildir. İnsanların dünya hakkında herhangi bir şey öğrenebilmek maksadıyla bir kütüphaneye giderek ödünç kitap almaları gerektiği zaman, çok da uzak olmayan bir geçmişte meydana gelmekteydi... O durumda bile kitaplar sınırlıydı ve tüm konuları kapsamıyordu. O günlerde bildiğimiz dünya hala gizem doluydu... Ancak kitaplarla ilgili harika olan şey, çoğunlukla içeriğinin doğru olmasıydı çünkü kitapların yazarlarının çoğu, kendi alanlarında uzman idiler.
*** Annemle babamın kuşağının dış dünyaya gelince, çok naif ve cahil oldukları doğrudur. Aslına bakılacak olursa Kıbrıslılar’ın çoğu, bırakın Kıbrıs’ın dışını, kendi köylerünün dışında olup bitenlerden dahi hiç haberdar değillerdi... Dünya haberleri ancak radyo ya da elde yazılmış ve yurtışından gelen bir mektup veya bir gazete aracılığıyla geliyordu (tabii okuma-yazma biliyorsaydınız) veya sinemada kısa bir haber filmi izleyerek haber alabiliyordunuz. O günlerde bunlar iletişim için tek tük yöntemlerdi... Oysa bugüne baktığımızda, günümüz medya saldırganlığı merhametsiz ve hatta zaman zaman acımasız ve dikkatsizdir. Evet, bazan Madonna’nın ne yediğini öğrenmek veya Leo Messi’nin eşinin yatacağı zaman ne giydiğini öğrenmek ilginç olabilir. Ancak çoğunlukla bu tür bilgiler ya işe yaramazdır ya da bu bilgilerin pek bir manası yoktur.
*** COVID pandemisinin başlangıcında hatırlıyorum da Melburn’da Herald Sun gazetesinin manşeti “Bildiğimiz dünyanın sonu geldi artık!” şeklindeydi. İnsanlar paniğe kapılarak koşup tuvalet kağıdı, şişe suyu, şeker, pirinç, un ve bulabilecekleri herşeyi satın almaya başlamışlardı... O boş süpermarket raflarının insanı huzursuz edici imajını hatırlıyor musunuz? Bizzat ben kendim de esas olarak sansasyonel ve batak gazetecilikten ötürü (Murdoch Medyası’nı düşününüz) geleceğe ilişkin kaygılanmaya ve korkmaya başlamıştım...
*** Kıbrıs’a 1935 yılına doğru bir zaman yolculuğu yaptığınızı düşünün. Hayatın çok daha yavaş ve çok daha basit olduğunu görürdünüz. Temelde insanlar çalışıyor, yiyor ve uyuyordu. Sıkıcı mı geldi size bu? Hiç de değil çünkü çalışırken, yerken ve uyurken insanlar birbirleriyle iletişim kuruyor ve birbirleriyle eski usül ahbaplık ederek birbirlerini rahatlatıyorlardı. Elbette dış dünya hakkında pek bir şey bilmiyorlardı ama tamamdı bu. O kadar da umurlarında değildi... Hayat çok daha yavaş bir tempoda ilerliyordu, bugün olduğundan çok daha rahat bir tempoydu bu. O günlerde aceleye gerek yoktu. Hasta olmadıkları veya bir çukura düşmedikleri ya da bir katırın başlarına tepmediği sürece köyde gerçek tehlikeler yoktu. Ve inanıyorum ki çoğu da kütük gibi uyurdu...
*** Bazan dedemi kıskanırım... Kaygıları ya da endişeleri yoktu demiyorum, elbette vardı ancak bugün çoğumuzun kaygılandığı derecede ve düzeyde değildi bunlar. Dedem, kendi hayatının yavaş temposundan memnundu. Kahvehanesinde arkadaşlarıyla oturup konuşarak, şakalaşarak, gülerek ya da dünya sorunlarını çözebileceklerini sanarak zaman geçirmekten mutluydu. Şimdi ne düşündüğünüzü biliyorum. İşte Kostas gene geçmişe dair romantik düşüncelere kapılıyor ve bize “o güzel eski günler”den söz ediyor diye düşünüyorsunuz belki de... Ancak durum şudur – ben geçrekten de daha az şey bilmenin daha iyi olduğuna inanıyorum... Elbette parmaklarımızın ucunda, ana-babalarımızın asla düşleyemeyeceği boyutta bilgi vardır ancak gerçeği söylemek gerekirse, keşke daha az şey bilseydim diyorum... Bazan çok fazla şey bilmek insanı strese sokuyor ve stres de sağlığınız için iyi değildir.
*** Yani bir düşünün! Dünyada olup biten her olayı bilmek bana ne tür bir iyilik getirir ki? Bazı günler haberleri izlemek bile beni mahveder. Geceleri uyuyabilmem bile mucizedir... O korkunç aygıtlar, cehennemi imajlarla dolu o aptal küçük ekranlar... Sürekli dünyanın sonuna dair tahminler ileri sürülmektedir. Baktığım her yerde bana zarar verebilecek ya da beni öldürebilecek şeyler hatırlatılıyor bana. Teröristler, intihar bombacıları, kanser, ev işgalleri, araba kaçırmalar veya delirmiş uyuşturucu müptelaları... Yalnızca haber ağları değildir sözkonusu... Sosyal medyayı kullananlar da gerçeğin kendi versiyonlarını yaymaktadırlar. Şimdilerde herkes bir uzmandır.
*** Cidden o kadar çok felaket haberi var ki bazan başım patlamak istiyor. Her Allahın günü deri kanseri, yüksek kolesterol, tansiyon yüksekliği, kalp hastalıkları ve bunama hakkında uyarılıyoruz. Ya intihar bombacıları? Aman Tanrım! Bir aspirin içmem lazım... Yok, bir dakika – o da beni kanser yapabilir. Her neyse, sanırım anlatmak istediğimi aktarabildim sizlere...
*** Evet, akıllı bir telefon ve internet, hem bir mutluluk kaynağı, hem de bir bela olabilir. Bunların var olmasından ötürü mutluyum. Bir yandan dış dünyayla iletişim kuruyor ve sizler gibi insanlarla etkileşime girebiliyorum, şimdi yaptığım gibi. Bu da, bu yeni teknolojinin getirdiği mutluluk ve iyi yanıdır. Ancak öbür yandan bu teknolojinin sözlü ve yazılı iletişime dair o incelikli sanatı yok etmesinden de nefret ediyorum. Ve tabii bir de bağımlılık konusu vardır – insanların daha özgün bir hayat deneyimine sahip olma şansını ve hatta yalnızca açık havada bir kütüğün üstüne oturup doğanın tadını çıkarma şansını ellerinden alıyor bu bağımlılık... Tamam, bugünlük bu kadar... Bu söylenmelerim için beni affedin. Siz ne diyorsunuz? Cehalet, mutluluk mudur? Yoksa ana-babalarımızdan çok daha fazla şey bildiğimiz için günümüzde onlardan daha iyi durumda mıyız acaba?
(Fotoğraflar, TALES OF CYPRUS’tan alınmıştır...)
(TALES OF CYPRUS’ta yayımlanan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
BASINDAN GÜNCEL...
“Antakya’ya hürmetle...”
Ela Cenudioğlu
Antakya’nın güzelliği Yahudi cemaati ile doğrudan bağlantılıydı.
Herhangi birinin, Türkiye’de meydana gelen depremin tüm dünyayı etkisi altına alan büyük kayıplarını idrak etmesi zor.
Ancak, her şeyiyle birlikte küçük Yahudi cemaati de tahrip olan Antakya’nın bir yerlisi olarak anlatacak özel bir hikayem var. Bu, özellikle diğer Yahudilerin duyması gereken bir hikâye. Deprem benden, Antakya’daki Yahudi cemaatinin lideri olan amcamı ve yengemi aldı.
Onları kaybetmenin derin üzüntüsü ve acısına rağmen, cenazelerinin bulunması, İstanbul’a getirilmesi ve geleneksel olarak defnedilmesinden dolayı hepimiz minnettarız.
Deprem, üç dinin mensuplarının barışçıl yuvası olarak bilinen Antakya’yı tahrip etti. Sadece yengemi ve amcamı değil, büyüdüğüm apartmanı, yürüdüğüm sokakları, okuduğum okulu, yazlığımızı, sinagogumu kaybettim. Diğer deyişle, geçmişim artık enkaz altındaydı. Bu yüzden, yengemle amcamın ve memleketimin hikayesini paylaşıyorum.
Antakya’da büyümek
Büyüdüğüm ev, “Cenudi Apartmanı” denilen üç katlı bir aile apartmanıydı. Birinci katta biz yaşardık, ikinci katta büyükannem ve büyükbabam, en üst katta ise Şaul amcam ve eşi. Hristiyan ve Müslüman komşularımız vardı ve herkes barış içinde yaşıyordu. Doğal gelen buydu.
Antakya’nın güzelliği Yahudi cemaatine doğrudan bağlantılıydı. Şehir; Müslüman, Hristiyan ve Yahudi inançlarına ithafla “üç medeniyetin merkezi” olarak adlandırılırdı. “Ezan, Çan, Hazan”, şehrin sloganıydı. Bu, Müslümanların ezanına, Hristiyan kilise çanlarına ve Yahudilerin hazanına (sinagogda koro şefliği yapan kişi) atıfta bulunuyordu. Bu slogan, bu üç dinin dayanışmasını ifade etmektedir.
Müslüman, Hristiyan ve Yahudi mezarlıkları yan yanaydı. Habib-i Neccar Camii, Antakya Türk Katolik Kilisesi ve Antakya Sinagogu aynı cadde üzerinde bulunuyordu. Yoldan geçenler günün belirli saatlerinde birbirine karışan dualar duyardı.
13 yaşımdayken, bugün yaşadığım İstanbul’a taşındım. Türkiye’nin en iyi liselerinden biri olan Robert Kolej’de okuma şansı bulduğum için İstanbul’a ilk gelen bendim. Ailem hâlâ Antakya’da yaşadığı için yatılı okula gittim.
Kadim bir Türk şehri olarak bilinen ve hatta Talmud’da Antioch adıyla anılan Antakya’daki Yahudi cemaatinin 2500 yıllık bir tarihi var.
1980’lerde, ben büyürken, şehirde 50 civarında Yahudi aile ve 250 Yahudi yaşıyordu. 2014 yılına gelindiğinde topluluk, yengem ve amcam da dahil olmak üzere sadece 14 kişiye kadar küçüldü.
Antakya’daki Yahudiler, tıpkı Halepli büyükannem gibi Suriye Yahudilerinin torunlarıydı. İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde yaşayan Sefarad Yahudilerinin aksine Antakya’daki Yahudiler Ladino değil Arapça konuşuyorlardı. Ayrıca, Suriye mutfağından etkilenen, kendilerine has mutfakları da vardı.
Antakya Sinagogu, bir zamanlar büyük olan cemaatin kalan birkaç üyesine hizmet etti. Türk Yahudi cemaatinden bir ekip, 500 yıllık Tevrat parşömenlerini enkazdan kurtardı.
Antakya’daki Yahudi cemaati neden yıllar içinde azaldı? Sebepler diğer diaspora Yahudilerininkine benzer: asimilasyon, antisemitizm ve topluluk dışı evlilikler. Bunlara ek olarak, pek çok aile sınırlı iş imkanları nedeniyle bu küçük şehirden ayrıldı.
Büyürken babam bana çarşıdaki tezgahlarında tekstil ürünleri satan Yahudiler hakkında hikayeler anlatırdı. Rakipleri pazarın kurulduğu günü Perşembe’den Cumartesi’ye almışlardı, böylece Şabat gününü tutan Yahudiler çalışamayacaktı. Bazı Yahudilerin Antakya’yı terk etmelerinin bir başka nedeni de buydu.
Bunun yanında, Yahudi, Hristiyan ve Müslüman tüccarlar arasında özel bir dayanışma da vardı. Örneğin, o gün dükkanlardan biri siftahını yaptıysa, ikinci müşteri geldiğinde “Komşuma git, çok güzel ürünleri var” derdi.
Amcam Şaul Cenudioğlu, kendini Yahudi cemaatine adamış vizyoner bir liderdi. Hayatının büyük bir kısmını, ailesinin tekstil işiyle uğraştığı Antakya’da geçirdi.
Antakya’daki küçük Yahudi cemaatinin gelişmesi ve Türkiye’deki ve dünyadaki diğer cemaatlerle bağlantı kurması için elinden gelen her şeyi yaptı. Her hafta bir minyan (ibadet için gerekli 10 Yahudi’den oluşan bir grup) olmasını sağlamak için İstanbul’dan Yahudileri şehre davet ederdi.
Aynı zamanda, Antakya’daki Yahudi cemaatini görünür kıldı ve memlekette kalanları desteklemeleri için İstanbul’daki Yahudilerle yakın iş birliği içinde çalıştı. Türkiye’deki diğer inanç gruplarının liderleriyle de ilişkiler geliştirdi. Bağlılığı ve sadakati Talmud’daki şu ifadeyi yansıtıyordu: “Kol Yisrael arevim zeh bazzeh.” yani “Bütün Yahudiler birbirinden sorumludur.”
Yıllar içinde sayıca azalmış olsa da Antakya Yahudi cemaatinin artık tanınıyor olmasının nedeni amcamdır.
Amcamın eşi Tuna, Antakya’ya yakın bir başka şehir olan, İskenderunluydu. Tanıştıklarında kendisi 18, amcam 26 yaşındaydı. Mutlu bir evlilikleri ve üç çocukları oldu. Kuzenlerimin ikisi aliya yaptı, diğeri ise eşi ve iki oğluyla birlikte İstanbul’da yaşıyor.
Şaul’un eşi Tuna, annemin kız kardeşi gibiydi; ailedeki herkese karşı her zaman çok destekleyici ve sevgi doluydu. Büyürken, Pesah sederleri, Roş Aşana ve Şabat yemekleri için evlerinde çok zaman geçirdim.
Yengem ve amcam, bir çift olarak el ele her zaman birbirlerine destek oldular. İki hafta önce birlikte sonsuzluğa doğru yürüdüler. Kederliyim ama onların anısını onurlandırmak için elimden gelen her şeyi yapacağıma söz veriyorum ve ruhlarının güven altında olmasını umuyorum.
(AVLAREMOZ – Ela Cenudioğlu – 2.3.2023)