1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Cehennemin Zamanı”nda “Felsefeyi yaşamak” (*)
“Cehennemin Zamanı”nda “Felsefeyi yaşamak” (*)

“Cehennemin Zamanı”nda “Felsefeyi yaşamak” (*)

İnsanın kâmil olanı aklıyla düşünen, vicdanıyla hissederek hareket edebilendir. Ancak dahası da vardır. İnsanın kâmil olanı, aynı zamanda vicdanıyla düşünüp aklıyla hissederek hareket etmeyi de bilendir.

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]

Neredeyse tüm entelektüel-kültürel-siyasal yaşamını, adeta arkeolojik kazısını yaparak, “modernliğin ipliğini pazara çıkarmak”a hasreden Walter Benjamin’in çarpıcı tanımlamasıdır: “ ‘Modern’, Cehennemin Zamanı.” (“Das ‘Moderne’, die Zeit der Hölle”). İki Dünya Savaşı’nı yaşamış, milyonlarca insanın ölümüne ve dehşetengiz yıkımlara şahit olmuş, Hitler faşizminin doğrudan gadrine uğramış ve ondan kaçarken intihar etmiş olan bu düşünce-kültür insanının, modern zamanlara dair yaptığı ‘cehennem’ tanımlamasına, bugünün ‘post’a bürünmüş modern dünyasında (postmodern dünyada) yaşananlar da göz önüne alındığında, kim, ne kadar itiraz edilebilir ki? Benjamin’in ardında bıraktığı külliyat, modernliğin (modern zamanların) kendinde içkin, ihtişamla/ sefaletin, gelişmeyle/gerilemenin, umutla/umutsuzluğun biraradalığının acı ama gerçek hikâyesidir aynı zamanda. Durum bugün de aynıyla vâki, hatta daha da beteri.

Öyle çünkü, 20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki büyük savaşla adeta zirve yapan dehşet tablosundan, güya ders çıkararak, tekerrürüne engel olmak adına, kurum ve kuruluşları, sözleşmeleri, yasal düzenlemeleri ve de ideolojik ayrışmasıyla oluşan yeni uluslararası sistemin (İki kutuplu dünyanın) yüzyıl sonuna varana kadar görece sağladığı huzur(!) ortamı, yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmelerle nihayete erecek; ilk anda  ‘tarihin sonuna’ gelindiği ve liberalizmin zafer ilânıyla insanlığın muradına erdiği, şimdiden sonra her şeyin daha iyi olacağı (bu potansiyel mevcut ve beklentiler bu yönde olsa da) iddiaları kof çıkarken, tam aksine insanlık tarihi/uygarlığı adına bir başka vahşet dönemi başlayarak, ‘Cehennem Zamanı’nın sönmeye yüz tutan ateşi yeniden tutuşacaktır.

Örnek mi? İşte Ortadoğu. Şimdilerde ‘Üçüncü Dünya Savaşı” senaryolarını dillendirecek kertede kızışan bölge, ‘cehennem’in alev alev yanan merkez üssü. Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen zorlama haritalar sonucu oluşturulan yapay devletlere, aynı ölçüde yapay sosyolojilerin dahliyle başından itibaren zaten hep sorunlu bir coğrafya olan Ortadoğu, otoriter rejimlerle ayakta dururken, iştah kabartan zengin yeraltı kaynaklarıyla emperyal güçlerin aracısı oldukları bu rejimler üzerinden sürdürdükleri çıkar hesaplarının sürekli hedefi olagelmiş, deyim yerindeyse bölge uluslararası sistemin yüreğinin attığı yer niteliği kazanmıştır. Bu o kadar öyledir ki, eğer bir gün gerçekleşecekse, dünyada barışın tesisinin ancak Ortadoğu’da barışın tesisi ile mümkün olacağı görüşü genel kabul görmüştür. Nitekim bugün bölgede cirit atan eski-yeni güçlerin, sinek kadar değer biçmediği insanlarını harcamaktan zerre çekinmediği bu coğrafyada sürdürdükleri pay kapma savaşının tüyler ürperten kanlı bilançosu, bu gerçeğin bir kez daha tescilidir. Kaotik ortamın zemin teşkil ettiği fırsatlardan istifade dünyevî taleplerin kızıştırdığı  -sınırlarının yeniden çizileceği ayan beyan ortada olan- bu netameli coğrafyanın, aynı zamanda üç semavî dinin doğduğu bölge olması ise, yanan cehennem ateşinin bu dinlerin uhrevi nefesiyle daha da harlanmasına yol açmaktadır. Daha açık bir ifadeyle bugün Ortadoğu, insanlığın, hegemonik güçlerin ve fırsatı ganimet bilen yeni aktörlerin kendilerine yonttukları dünyevi taleplerinin körleştirdiği akılla, kopan fırtınada bilenen inançların keskin kılıcının sakatladığı vicdanın buluştuğu;  kendi kutsal olan insanın, kutsanan siyasetlere kurban edilen nesneler haline getirildiği, kan gölü içinde yüzen cehennemî bir bölge. 

Öylesine karamsar ve bir o kadar da kötümser bir tablo ki bu, Kant “Tanrı, insanın mutlu olmasını isteseydi ona akıl vermezdi” cümlesini sanki bugünler için yazmış. Yine de, aynı anda akla gelen Gramsci’nin çok bilinen “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” veciz cümlesi o kötümserliğin (aklın kötümserliğinin) nasıl aşılacağını işaret ediyor (iradenin iyimserliği) olması bakımından belki hâlâ tutunulacak bir teselli.  Şundan; insanın şu ya da bu ölçüde öğrenmeye çalışan, daha iyiyi, daha güzeli arayan, sorgulayan, sorular soran ve bütün bunları yaparken de aklını kullanan bir varlık olduğu gerçeği göz önüne alındığında, genelde aklın verili olanla yetinmediği -kolayına mutlu olmadığı-, bu nedenle kötümserliği her daim yedeğinde taşıdığı, ancak öyle olsa da varoluşuna anlam ve hayat veren arayış serüveninin  (daha iyiye, daha güzele, daha doğruya vb.) temel dürtüsünün, tam da bu ‘kötümserlik’ halinden kaynaklandığını söylemek mümkün. (Besim Dellaloğlu, kötümserliğin bu ‘devrimci’ halinden, “Benjeminia” kitabında Walter Benjamin’den yola çıkarak söz eder.)  Bütün mesele kötümserliğe saplanıp kalmamakta, Gramsci gibi söyleyecek olursak, aynı anda ‘iradenin iyimserliğini’ de harekete geçirebilmekte olsa gerektir. Böyle olduğu zamandır ki akıl, dünyaya ve hayata yelken açarak onu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan geniş ufuklu bir bakış penceresi olarak işlev görürken, irade ise bu hülasanın gerçeğe dönüştüreni olarak hareket edecektir. Ancak bu kadar da değildir. İnsan aynı zamanda hayatla kurduğu ilişkide seçim yapan bir varlıktır ve bu da onun, felsefî olarak ifade edersek ‘etik’, davranış biçimi/pratik olarak ifade edersek ‘ahlâki’ (vicdan  buraya oturuyor) konumunu ortaya koymaktadır. İnsanın etik/ahlâki konumu ise ‘öteki’ ile olan ilişkisinin mahiyetini belirleyen, onu diğerkâm kılan, tam da bu nedenle ‘Cehennem Zamanı’ında en çok ihtiyaç duyulan temel unsurdur. Eğer böyleyse buradan şu çıkarsamayı yapmak mümkün: İnsanın kâmil olanı aklıyla düşünen, vicdanıyla hissederek hareket edebilendir. Ancak dahası da vardır. İnsanın kâmil olanı, aynı zamanda vicdanıyla düşünüp aklıyla hissederek hareket etmeyi de bilendir. 

Bugünün dünyasında en çok Ortadoğu’da karşılığını bulan -aslında dünyanın genelini de ifade eden- ‘Cehennem Zamanı’nda yaşananları ibret ve dehşetle görüyoruz, izliyoruz, okuyoruz. Siyaset kanlı bir satranç oyunu; insan bu oyunun piyonu ve kurbanı olarak kullanılan nesnesi. Akıl, bu oyunda sahibini haklılaştırmanın aracı, kendiyle sınırlı, farklı olana, ötekine kör;  vicdan, sahibinin ihtiraslarına hapsolmuş, kendini aklıyor olmaktan öteye geçmiyor, ötekine dokunamıyor. Bu dehşet tablosuna dair yapılan yorumların, değerlendirmelerin kahir ekseriyeti ise taraf olmanın malûliyetini taşıyor, son kertede sahibinin aklını onaylayan gerekçeler üretiyor, vicdanını rahatlatıyor; farklı düşünce, yaklaşım ve önermelerde bulunanların bu furyada payına düşen nefret, öfke ve şiddet oluyor.

Hâl böyle olunca şu soru öne çıkıyor: Eğer aklın kör, vicdanın topal olduğu bir ‘Cehennem Zamanı’nı yaşıyorsak, buradan çıkış yolu nerede?  Tek doğruyu ve hakikati kendilerine mal eden, kendileriyle sınırlayan siyaset erbabı, uzman tayfası, yazar-çizer takımı bu soruya kesin yanıtlar veredursunlar, bu yazı yanıt vermek yerine, insana varoluşsal anlamını veren, kendine ve hayata derinlemesine bakmasını sağlayan, sorgulayıcı arayışın rehberi olacağını düşündüğü bir kitabı önermeyi tercih ediyor: “Felsefeyi Yaşamak.”  Ray Billington’un “Felsefeyi Yaşamak -Ahlak Düşüncesine Giriş-” kitabı, genel anlamda felsefenin ne olduğundan söz ederken, “ahlak düşüncesine giriş”e ayrıca vurgu yaparak, hem felsefenin geniş ufuklara açılan sorgulayıcı/çözümleyici aklını, hem de onu değerlerle buluşturan “kalpten kalbe işleyen” ahlâki/vicdani niteliğini ortaya koyuyor.  Akademik dilin ağırlığından ziyade, bir anlatının sadeliğiyle kaleme aldığı, deyim yerindeyse gökyüzünden yeryüzüne indirdiği felsefeyi, “felsefe yaşanmalıdır, aksi halde o bir hiçtir” diyerek doğrudan yaşamla buluşturuyor. Yaşam içinde yaptığımız seçimlerin etik/ahlâki bakımdan doğruluğunu/yanlışlığını, bu problematiğe farklı yanıtlar veren felsefi ekoller, dinler/kültürler üzerinden sorguluyor; her bölümün sonunda verdiği örneklerle, sorduğu sorularla okuru da doğrudan bu sürece katıyor. Düşünen varlık/ ahlâki fail olarak insanın bugün itibarıyla körleşen aklına felsefenin ışığını düşürüyor, can çekişen vicdanını ayağa kaldıracak nefesini üflüyor.

‘Cehennem Zamanı’ında en çok ihtiyacımız olan da bu değil mi?

 


*Ray Billington. “Felsefeyi Yaşamak-Ahlâk Düşüncesine Giriş”. Çeviren Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları-Genişletilmiş 2.basım. İstanbul. 2011. s.468

Bu haber toplam 2844 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 450. Sayısı

Gaile 450. Sayısı