“Çete çete içinde…”
Adli tatil mahkeme gündemini yavaşlatırken, bana da kendime daha fazla zaman ayırma şansı veriyor. Avukatlar bilecektir, Haziran ayı cennete ulaşılan bir sırat köprüsü gibidir. Sağ salim geçip Temmuz’a varabilmek maharet ister! Ne kadar sakin ve sabırlı bir yapınız olsa da tükenmemek elde değil. Neyse konumuza gelelim.
Dedim ya kendi içime dönebilmek için imkân elde ettim diye, geçen hafta ilk iş olarak kitabevinin yolunu tuttum. Hem zihnimi boşaltmak hem de farklı dünyalara konuk olabilmek amacıyla kitapların arasına bıraktım kendimi. Tabi ki pek mümkün olmadı. Çünkü elimi attığım ilk bölümde karşıma Kai Lindemann’ın “Çetelerin Siyaseti – Egemen Sınıfların Pratiği” isimli kitap çıktı. Öncelikle ismi ilgimi çekti ve hemen arkasını çevirip okumaya başladım. Kitaptaki şu cümleler, daha fazla düşünmeme gerek kalmadan kasanın yolunu tutmamı sağladı: “Kitapta kullanılan ‘çete’ kavramı, dar anlamdaki kriminal çetelerle sınırlı değil. Yönetilenlerin, emekçilerin oluşturduğu topluluklara belirli bir sosyal koruma sunması karşılığında, bir tür haraç gibi, onların itaatini ve rızasını alan iktidar ağlarını anlatıyor.” Sizin de ilginizi çekti değil mi? Ne kadar da bize yakın ve güzel bir çete tanımı yapıyor. Yazar ayrıca sadece zorla yani şiddet veya baskı araçlarıyla değil, “ekonomi dışı” olarak tanımlanacak pek çok etkenin de bu çürüme düzenine neden olduğunu tüm açıklığı ile anlatıyor.
***
Biraz da içeriğine ve bende uyandırdığı algıya değinmek istiyorum. Hepimizin malumudur ki memlekette egemen olan veya egemenmiş algısı yaratmak için el etek öpenler; yolsuzluk – rüşvet – hukuka aykırılık sebebiyle kamuyu zarara uğratmak dışında hiçbir icraat ortaya koymuyor / koyamıyorlar. Her geçen gün hükümet partilerine mensup, partilerde yönetici pozisyonunda görev alan veya rozeti sayesinde liyakat gözetilmeden makam sahibi yapılan kişiler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve mahkeme huzuruna çıkarılıp teminata bağlanıyorlar. Sizce de garip değil mi ?!
Sahtekârlık iddiaları, UBP – DP - YDP kelimeleri ile bir paket halinde gündeme geliyor. Düşünsenize, reçete soruşturmaları için “belki de en büyük usulsüzlüklerden biri yaşandı” cümlesini kurabilen bakanın kendisi ile bu soruşturma sürecini canla başla yürüten özel kalem müdürü (!), dört - beş gündür bakanlık bünyesinde yürütülen pek çok mesele ile alakalı rüşvet aldığı iddiaları neticesinde polis hücreleri ve mahkeme koridorlarını arşınlıyor. “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan…”
Tabi ki çete kavramı üzerine düşünmeme neden olan tek mesele bu değil. Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı’nın dillere destan olmuş Ercan Havaalanı protokolleri, KIB-TEK / AKSA ve Turanlı’nın elektrik faturası rezillikleri, sabit trafik kamerası alımında yaratılan şaibeli durum, sağlık - barınma ve eğitim gibi kamusal hizmetlerin çöküşü karşısında idarenin sessiz sedasız boşvermişliği, ölümlü trafik kazası yapan birinin yargı huzuruna çıkarılma konusunda aciz kalmak, diploma soruşturmasında önceki benzer örneklerdekinin aksine bir zanlı hakkındaki soruşturmanın jet hızıyla tamamlanması – mahkemeye yangından mal kaçırır gibi çıkarılıp teminata bağlanıp serbest bırakılması, devletin tespit ettiği hayat pahalılığına ilişkin verilerin gerçeği yansıtmaması, yabancılara taşınmaz mal satışları ve kayıt dışılıkla mücadele konusundaki iki yüzlülük (düzenleme yapacaklarına genel af çıkardılar) gibi şu anda aklıma gelmeyen pek çok hususu sayabilirim. Ama bunların içinde ayrıca belirtmek istediğim bir konu var. Yurtdışında kabul gören tek temsilcimizin (!) dünyadan - uluslararası hukuktan kopuk “ürettiği” veya uyum sağladığı, güncel gibi görünen ama çözümsüzlüğün geçmişten bugüne yansıması politikalar ile hepimizi sürüklediği karanlık dehlizler. Kıbrıslı Tükler olarak, bu yüzden her gün utanç duyuyor, onurumuz kırılıyor ve her geçen gün sosyal ve ekonomik manada tükeniyoruz.
***
Lindemann çete yapılanmalarını veya düzenini anlatırken, çıkar siyasetine ve ganimet uygulamalarına vurgu yapar. Çetenin tüm örneklerde, açık şiddet veya gizli baskı yoluyla, yönetilenlere veya daha az güçlü çıkar gruplarına ganimetten pay vererek koruma vaadi sunduklarını söyler. Bir nevi güvensizlik illüzyonu yaratıp, kendi “güvenli limanlarını” içinde yaşanabilecek tek yapı olarak sunarlar. Tabi ki en iyi bildikleri iş hakikati kendi ürettikleri senaryoları uygulamaya koyabilmek için eğip bükmek, korkulması gereken bir düşman yaratmak ve manipülasyon teknikleri ile kitleyi ikna etmektir. Ama bunu karşılıksız bir şekilde yapamayacaklarını çok iyi bilirler. Bu sebeple ganimetten pay vermek, ufak da olsa ağzına bir parmak bal çalmak sürecin raconundandır. Söz konusu kazanımı salt maddi anlamda algılamamak gerekir. Özellikle içinden geçtiğimiz süreçte, bilgi ve beceri sahibi olmadan bahşedilen statüler, ganimet düzeninin önemli bir parçasıdır. Böylece çeteler yeni üyelerini kazanır, o üyeler sınıf atlar ve tüm bunları kaybetmemek için her türlü yolsuzluk – rüşvet ve hukuka aykırılığa da alan açılır.
Ekonomik çöküşün bu denli derin hissedildiği bir dönemde birazdan söyleyeceklerim manasız gelebilir ama yazar tüm bu kötülükler karşısında mücadele edebilmemiz için farklı değerleri de işaret eder. Kıbrıslı Türkler olarak aşağılandığımızı hissettiğimizi ve utandığımızı söylemiştim. Lindemann da örgütsel ve güçlü mücadelenin kurulabileceği müşterek siyasetin önkoşulunun, gurur ve kolektif kimlikten geçtiğine vurgu yapar. “Her ne kadar sefaleti ve yoksulluğu aşmak daimi birincil siyasi hedef olsa da, sıklıkla ileri sürüldüğü gibi sefalet ve yoksulluk değildir bu siyasetin itici gücü. Onur ve kendi kaderini tayin etme mücadelesidir…”
Kolektif kimlik derken, milliyetçilik temelinde, karşıtlık yaratıcı ve ötekine düşmanlığı besleyen bir husustan bahsedilmez. Aksine akıl dışı yöntem ve söylemleri ekarte edip hakikati elde edebileceğimiz bir tasavvura işaret edilir. Bu yolda her türlü çıkar ilişkisinin ayyuka çıkması gerekiyor. Böylece kimin hangi gaile ile hareket ettiği veya susup var olan düzenin devamını sağlamaya çalıştığı, çıkarı zedelenince niye panter kesildiği de ortaya çıksın.
***
Yozlaşma, devleti oluşturan tüm yapının, kurumların yozlaşması, şu anki hükümetimsi yapının istediği hatta hedeflediği bir gerçek. Hata yapmıyorlar. Kendilerini destekleyen, onlarla yol alan çeteler ile hareket ediyorlar. Tıpkı çete modeli ganimet cemaatlerinde olduğu gibi, Kıbrıs’ın kuzeyinde de, “yardakçılık ve suç ortaklığı” üzerinden iktidarla iç içe geçmiş ilişki ağları tıkır tıkır çalışıyor, varlık sebeplerinin hakkını veriyorlar. Birbirini besleyen, koruyan ve büyüten, iktidarın payı kadar olmasa da küçük lokmalara tamah eden, hatta figüran olmayı bile göze alan onur yoksunu bir zihniyet.
Bunca karanlık senaryo içinde, tıpkı geçmişte olduğu gibi, bu toplumun onuruna, geleceğine ve iradesine sahip olmak için yola çıkabileceğine inanıyorum. Ne de olsa Kıbrıslı Türk toplumu iki üç çete ve onları yönlendiren eli uzunlardan ibaret değil. Değil mi? Yazıyı Lidemann’dan alıntılayarak bitirmek istiyorum: “Anlaşma budur: Ganimetten pay karşılığında tanınma, tıpkı ‘itaate karşı koruma’ gibi”…
Bu sistemin devamını sağlayıp çeteleri besleyen yapının dümen suyuna mı gireceğiz, yoksa hukuk devleti - yargı bağımsızlığı başta olmak üzere en kritik önemdeki değerlerin kokuşmaması için özne mi olacağız? Bütün mesele bu…