1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Chai Tea Latte
Chai Tea Latte

Chai Tea Latte

Yıkmıştı, büyütmüştü bizi belki ama başka bir şeye evrilemeden bitmişti o aşk.

A+A-

Özlem Değirmenci
[email protected]

“İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları ne kadar geçeceğini hiç kestiremiyor. Kaybolduğunuz çöl, sizi bulanla aynı olmuyor”. Ece Temelkuran

Her zamanki kahvemi sipariş vermek için kafenin kapısından girmeye çalışırken rastladım onlara. Çocuk, kıza kapıyı tutmuştu ben de arkalarından içeriye girmeye çalışırken yüzüme vuran kapıyla beraber kız arkasını döndüğünde göz göze geldik ikisiyle de. Sonradan anladım ilk buluşmanın, ilk puanlarını toplamak için açılan bir kapıydı benim yüzüme kapanan.

Sırada beklemeye başladık hep beraber, kız chai tea latte istediğini söylemek için, on tane gereksiz cümle kurdu. Aslında eskiden hap macchiato içerdi orada, ama bugün değişiklik yapmak istemişti, zaten sabah da başka bir arkadaşıyla okulda macchiato içmişti ama beğenmemişti, geçen gün spora beraber geldiği kız, ilkokuldan beri birlikteydiler, akşama da kızlarla bilmem neredeki kafeye gideceklerdi, evet ilk kez gideceklerdi, yeni açılmıştı, geçen gün önünden geçmişler ama kalabalıkmış durmamışlar derken neyse ki kasada bekleyen çocuk derin nefes almaya başlayınca iki tane chai tea latte siparişi verdiler. Onlar kahvelerin hazırlandığı yere yedi adımda gidene kadar, ben de aynı siparişi çoktan vermiş, ödemiş ve para üstünü bile almıştım. Kıza daha fazla dayanamayacağımı düşünüp, üst kattaki lavaboya çıktım.

Sanırım uzun denilebilecek bir süre boyunca sadece aynada kendime baktım, en azından gördüğüm benliğime bugün sinirlenmeyeceğimle ilgili telkinde bulundum. Eski bir dosta her yeri altüst eden bir deprem sonrası sessizlikle veda etmem gerektiğini kendime son kez hatırlattım. Rolümü onun sevdiği Özlem gibi oynayabilmek için rujumu sürdüm, o Özlem gibi kokarak aklında kalmak için onun alıştığı parfümümü sıktım ve aşağıya indim. Dokunsan ağlayacak bir kırılganlık vardı üzerimde, bunu bir başıma aşamayacağım için kimsenin dokunmamasını diledim bana; ne yabancı birinin kolu, ne merdivenlerde başkası geçsin diye yaslanmak zorunda kaldığım duvar, hiçbir şeyin bana dokunmaması gerekiyordu ki rolümü layığıyla yapıp o sahneden sonsuza kadar ineyim.

Siparişim hazırdı, hemen alıp dışarıya çıktım. Ve bingo. Sigara içilen bölümde tek boş yer, biraz önceki çiftin arka masasıydı. Derin bir nefes alıp “nolacak ya kitabımı okurum o gelene kadar” diyerek hemen arkalarına oturdum. Yüzüm kıza doğruydu, çocuğun da geniş sırtını görebiliyordum. 21-22 yaşlarında iki gencin ilk buluşmasıydı. Birbirlerini gittikleri spor salonunda görmüşler, instagramdan takibe almışlar, iki gün konuşmuşlar, bugün de spordan sonra kahve içmeye gelmişlerdi. Bir süre kız, poh pohlanmak istercesine “ama ben senin bana baktığını hiç görmedim, beni stalkladığını hiç hissetmedim, ben seni çok cool sanıyordum” gibi cümleleri nefes almadan peşi sıra söyledi. Evet kitabımı çantamdan çoktan çıkarmış, ilk sigaramı yakmıştım ama onları dinlemekten başka bir derdim yoktu. Dürüst olmak gerekirse herhangi bir şeye beş dakika konsantre olabilecek bir ruh halinde değildim. Televizyondaki evlilik programlarını izler gibi, bana uzak sandığım bir hayattan hiç yaşamadığım bir kesit dinlemek ruhumu dinlendirecek sanmıştım.

Biz de 2004 yılının sıcak bir Eylül ayında böyle bir kafede tanışmıştık. Kalabalık bir arkadaş grubuyla, arkadaşın arkadaşı kontenjanı ile denk gelinen, az konuşulup çok tartılan, duruma göre ikinci kahvenin söylendiği duruma göre “yarına yapmam gereken ödev var” denilerek koşarak çıkılan zoraki görüşmelerin biriydi. Biz ikinci kahveyi söyleyen şanslılardandık, şimdiki aklım olsa derler ya, işte o mümkün olsa birincisini bile içmeden telefonum çalıyormuş gibi dışarı çıkar sonra da “acil eve gitmem gerekiyor” diyerek oradan kaçardım ama orada kaldım. Kazık çaktım oraya, ben ağaç değilim ki bir yerde sabit durayım diyerek kendini yıllarca kandıran Özlem olarak kaldım orada. Bugüne kadar…

Bugün başka bir kafede umarım “bu son olur” cümlesini 129483. kez dileyerek onu bekliyordum. Savaştan önce muharebe meydanına gidip ortalığı kolaçan eden askerler misali, bir saat önce gelip, bu kez savaş değil barış yapacağımı yukarıda aynada kendime söyleyip, elimde göstermelik kitabımla kalp atışlarımı dengelemeye çalışıyordum. Yılların muhasebesini yapmanın zamanı çoktan geçmişti, tüm hatalar yapılmıştı, eşyalar toplanmış, diş fırçaları atılmış, beraber izlenen diziler final yapmış, yeni dizilere başlayacak güç ise hiç gelmemişti. Geriye sadece gitmek kalmıştı.

Bu sırada kız okuduğu bölümü, boş vakitlerinde resim çizdiğini, kahvaltıda ne yediğini, cumartesileri kimlerle hangi cluba gittiğini hızlı hızlı anlatmaya çalışırken dili sürçüyor, mutluluktan gülerken ben de onun daha on dakika önce tanıştığı çocuğa her şeyi bir çırpıda anlatma hevesine takılmış bir halde kendi gençliğimi hatırlamaya çalışıyordum. Keşke ben de bu kadar umutlu olsaydım da bunca sene sonra kırmızı bisikletimi bile bilmeyen bir adamla son konuşmayı yapmak için burada beklemeseydim diye düşünürken geldi. Bu kadar seneyi beraber geçiren herkes gibi biz de en azından bazı konularda birbirimize benzediğimiz için, onun da aynı amaçla erken geleceğini hesaba katmamıştım.

“Sen de mi erken geldin?” diye sorunca kafamı kaldırdım. O günden bugüne fiziksel olarak ne değişmiş, hangi silüetin arkasına saklanarak biz bunları yaşamışız diye dalgın dalgın bakarken, elimdeki kitabı gösterip “okumaya geldim” diyebildim. İçeriye kahve almaya girdiğinde kız hala bir telaşla anlatıyordu, sanıyordu ki o kalbini açtıkça çocuk da açacak, o yaklaştıkça bomboş kelimeler birbirlerini bağlayacaktı. Sevginin karmaşık bir şey olduğunu, yıllarca konuşsan da anlaşılamama ihtimalinin olduğunu bilemeyecek kadar naif ve tecrübesizdiler. Belki de bu yüzden benden daha mutluydular.

Zorla kitabıma döndüm, neyse ki aynı cümleyi 4. kez tekrar ettiğim sırada elinde kahvesi ile gülerek gelip karşıma oturdu. Ne garipti, bunca yıldan sonra bana güldüğünde bir zaman büyülü sanılan aşkın üç saniyede geri geleceği umudunu hala taşıyordu. Karşımdaki çiftten maalesef ya da iyi ki mi demeliyim bilmiyorum, bir farkı yoktu. Günlük saçma konular konuşuldu yıllardır olduğu gibi. Çünkü ben kendime dikkat etmiyordum, çünkü benim sağlığım onun için önemliydi, çünkü benim her şeyimi önemsiyordu, ama ben… Artık ezberlediğim serzenişleri bu kez kendimi sorgulamadan, “ben de bu insanım kimse beni kırkımdan sonra değiştirmesin” diye düşünerek sessizce dinledim. Sinirlenmememe hayret ederek, aynanın işe yaramasına şaşırarak… Sonra tabii ki neden benim bu kadar suskun olduğuma geldik. Çünkü ben artık sinirlenmediği zamanlarda put gibi duran bir heykele dönüşmüştüm. O kız gibi heyecanlı bir şeyler anlatamayan, hatta cümle bile kuramayan, kendini zorladığında o gün ne yediğini söylemekten öteye gidemeyen, dümdüz, sıradan, hep eleştirdiğim boş kadınlardan biri olmuştum. Son bir yıldır onunla olan, vakit öldüren, eğleniyor gibi yapan, karnını doyuran, görev icabı orada var olan kadını ben de tanımıyordum, kimdi, nelerden hoşlanırdı, ne yapmak isterdi ve en önemlisi ne hissediyordu; kendisine, karşısındakine karşı hangi hisleri vardı ki? Öfke, sevgi, alışkanlık, bıkkınlık, neydi kalbinden geçen kimse bilmiyordu.

İlk sarsıntılarımızda, “bunca emekten sonra ayrılamayız” yanılgısına tutunan yanlış trene bindi diye son durağa kadar gitmek zorunda hisseden bir romantik edasıyla, aklımı bir kenara atıp trenden inmemeye çalışmıştım. Aynı sabırla, var olan harflerle yapılabilecek anlamlı tüm kombinasyonları kullanarak kendimi anlatmaya da çalıştım yıllarca. Ya da öyle olduğunu farz ediyorum. Kelimeler yetmeyince karşımdakine de kendime de zarar verdiğimi söylememe gerek yok herhalde. Sesi duyulmayınca daha da çok bağıran insanların yaptığı gibi, günler süren kavgalarda birinin beni dinlemesi ve anlaması için kendimi paralamıştım. Artık kelimelerim de gözyaşım da bitmişti, medet umduğum şey ağzımın tadı değişirse konuştuklarımız da değişecek diye umutla gençleri kıskanarak aldığım chai tea latteydi. Çok yorgundum, tek isteğim bir yanılgıya sığınıp, son perdede kendi bilincimle hiçbir şey yapmadan sahneden inmekti.

Gülüşü bu kez çabuk gitti, belli ki o da artık çaresizliğini gizleyemiyordu. Bazen bir şeyin bittiğini bilirsin ama son çırpınışlarla kabul etmeye çalışırsın ya, ikimiz de farklı taktiklerle o kabullenmeyi kucaklamaya çalışıyorduk sanki. Maç bitmişti, hakem bitiş düdüğünü çoktan çalmış, tribünler boşalmıştı. Ama biz hala stadın ışıklarının kapanmasını bekliyorduk kaybettiğimizi anlamak için. Tüm adada elektrikler gitmişti de biz hala maçın bittiğini kabul etmemiştik.

Sevgi ölçer diye bir alet olsa, karşımdaki kızın yeni tanıştığı çocuğa duyduğu sevgi benim O’na duyduğum sevgiden yüksek çıkacaktı. Emindim. Beynimi okumuş gibi, “Sen benim aşık olduğum kadın değilsin artık, içinden beni sevmek gelmiyor, çok belli” dedi. İçerisinde “artık” kelimesi geçen cümlelerden neden nefret ettiğimi düşündüm, o gülüşün artık sahte olduğunu ve artık bizim ortak bir dilimizin kalmadığını… Kendime kurduğum yeni dil ile de cevap vermek istemedim çünkü artık dünyada öyle bir kelime kalmamıştı. Sadece önümüzdeki çifti göstererek üniversitedeki insanlar olmadığımızı, hayatın bizi başka şekilde yoğurduğunu artık bu değişimi kabul etmemiz gerektiğini tüm ruhsuzluğum ve kayıtsızlığımla söyledim. Ders anlatırken bile daha heyecanlı bir insandım, sahi nereye gitmişti o coşkulu, hayattan zevk almaya çalışan, yaşadığı yeri sevmese de içinde yaşayan tüm kadınları seven o insan?

Yüzüne bakmamak için sigarasını yakmaya çalışan ellerine odaklandım bir süre. Göz göze geldiğimizde sigarasının yarısı bitmişti bile. “Ben buyum, daha fazlasını yapamadım, seninle ölüyorum, artık beni seven değil anlayan bir insanla beraber olmak istiyorum, nefes almak değil yaşamak istiyorum, şu kız gibi heyecanlanmak istiyorum, bağımlılık değil bağlılık istiyorum” dedim. Ama hepsini içimden söyledim. Sesim çıkmadı, çıkmadıkça o büyük renkli koltuklarda kaybolup gittim.

O sessizliğimi de anlamadı yine. Ve yine vazgeçmeye niyeti yoktu. “Biraz dinlenelim sonra yolumuza devam edelim” dedi her zaman şaşırdığım kararlılığıyla. Bu kez hissettiği için değil de, sırf alıştığı için beni bırakmak istemediği çok belliydi. Aynı kokuyu, aynı sesi duymak, tanıdığını ve bildiğini sandığı bedene dokunmaktan başka amacı yoktu. Söylesem, cevabı belliydi; bana çok aşıktı, ben ne anlardım ki aşktan, benim için neler yapmıştı, ama bana yaranılmazdı. Kafamda olası tüm diyalogları canlandırırken, bu kez sinirime hakim olmanın özgüveniyle ağzımdan iki kelime çıkabildi; “yol bitti.” Evet, biten bir yolun sonunda yerde tozlu bir kaldırımda oturup, kalktığında birbirinin tersi iki ayrı yola gidecek olan iki kişinin yeni hayatlarına başlama cümlesi daha iyi bir cümle olamazdı, “yol bitti”.

Beynimin ve dilimin el verdiğince anlatmıştım bunları önceden, bu kez en klişe metaforu kullandım anlaşılmak için. “Ben bu enkazın altında kaldım, nefes alamıyorum, bırak ikimizi de gidelim” diyerek arabesk bir dokunuş yaptım. Hiç benlik olmayan bir cümleyi, hiçbir zaman beni anlamayan bir insana kurmuş olmanın yabancılığında daha da çöktüm o koltuğa. Tek istediğim sevilmek değildi artık, anlaşılmaktı. Zaten elimizdeki gerçeklik, bu kadar sevgiye rağmen de yürütemediğimizdi.  

Yıkmıştı, büyütmüştü bizi belki ama başka bir şeye evrilemeden bitmişti o aşk. Biz o kafede, aşkı önümüzde oturan çocuklara emanet ettik. Yıllar sonra kız “keşke o gün hiç tanışmasaydık” demesin, çocuk da “sen benim travmamsın” diye suçlamada bulunmasın diye umut ederken, aşkları tükenirken kendileri tükenmesin diyebildim sadece içimden. Tecrübe olsun, anı olsun, kitap olsun, beste olsun, ama ikisinin yorgunluğu ve pişmanlığı olmasın dedim.

Yine güldü ama bu kez yaşadığı hayal kırıklığıyla nasıl böyle bir hata yaparım gülüşüyle. Tek kelimesini okumadığım kitabımı ve sigaramı çantama attım, o da ayağa kalktı. En azından bu kadar sene sonra daha fazla konuşmadan oradan kalkmamız gerektiğini aynı anda anlamayı başarmıştık. İkimiz de koşarak uzaklaşmadık, ağır ağır birbirimizden uzak yürüyerek, biraz daha bu işkenceyi sürdürdük; dedim ya en azından bazı konularda birbirimize benzemiştik. Hayatında ilk kez kapıyı benim için tutmadan dışarıya çıktı. Bir saat içerisinde ikinci kez aynı kapı yüzüme vuruyordu.

Ben kapıyı bırakıp tek derdim anahtarlarımmış gibi, çantamın derinliklerinde onları ararken ve aslında buradan gizli bir yol olsa da elimle o geçidi açıp başka evrene çıksam diye ümitlenirken, bana sarıldı. Öyle hissettiği için değil, öyle olması gerektiği için. Omzunun üzerinden sessizce onunla değil ama yirmi yıl önceki kendimle vedalaşırken kıza baktım. Hala aynı tutkuyla bir şeyler anlatıyordu, çocuk da belli ki ikinci siparişleri vermek için ayağa kalkmıştı. Anahtarları her zamanki yerinde kolayca buldum, arabama bindim, çalıştırdım, ama gidemedim yıllardır yaptığım gibi. Telefondan Tarkan’ın Beni Anlama şarkısını bulup açtım. Yıllar önce aşkın sadece sevilmek olduğunu ve asla anlaşmak olmadığını maalesef bana öğreten şarkının anca nakaratı geldiğinde arabayı hareket ettirebildim. Ağzımda chai tea latte, beynimde yılların bedeli çoktan ödenmiş hataları ile aklımda şu soru kaldı “acaba o kız bu şarkıyı hiç dinlemiş miydi?”

Bu haber toplam 2809 defa okunmuştur
Gaile 499. Sayısı

Gaile 499. Sayısı