Che…Veda Mektubu..Ve İktidar Olmaya Dair
14 Haziran 2020 Küba’nın ve dünya devrimler tarihinin önde gelen devrimcilerinden Ernesto Che Guevara’nın doksan ikinci doğum yıl dönümü. Özellikle altmışlı yıllarda, sadece gözü pek devrimci kimliğiyle değil, yakışıklı çehresi, başında yıldızlı beresi, rüzgârda savrulan uzun saçları ve seyrek sakalları ve de ünlü “ölüm nereden gelirse gelsin” isyanıyla başlayarak “öyleyse hoş geldi, sefa geldi” umarsızlığıyla biten zafer yeminin, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya yayılan büyük korosuyla kutsiyet katına yerleştirilen Che, bu yıl dönümünde ne kadar ve nasıl anılır bilmiyorum. Ancak şu var ki, bugünün tüketim çılgınlığıyla seyreden dünyasında, hikâyesi ve fiziğiyle daha çok bir tüketim nesnesi olarak kullanılan Che’nin üzerini örten ve onun aslını gizleyen bu kirli perde kaldırıldığında, altında özellikle üzerine konuşulacak ve tartışılacak -ve de eleştirilecek kuşkusuz- tarihsel bir birikim olduğu da aşikârdır. Bu vesileyle, Che müktesebatına ait o toplam içinde öne çıkan olaylardan birisi de kanımca onun Fidel’e ve Küba halkına yönelik olarak kaleme aldığı, duygusal yükü ağır, önemli bir kararı ifşa ediyor olması bakımından ayrıca değerlendirilmesi gereken veda mektubudur. Soru ise, kimilerince daha önce yazıldığı iddia edilse de (1Nisan 1965),13 Ekim 1965 tarihinde bizzat Fidel’in okuyarak kamuoyuna açıkladığı bu mektubu Che’ye yazdıran dürtülerin neler olduğudur. Onun partideki görevlerinden, komutanlık apoletlerinden, yürütmekte olduğu Endüstri Bakanlığı’ndan ayrılma ve dahası gönülden bağlı olduğu Küba’yı ve yoldaşı Fidel’i ardında bırakarak gitme kararı almasının sebep ya da sebepleri nelerdi?
Burada Che’nin tutkulu romantik devrimciliğinin, yoksul halkların anti-emperyalizm ve özgürlük mücadelelerinde doğrudan yer alma arzusunun, Küba’da görevini artık tamamlamış olduğu düşüncesinin, dünya devrimine ve sosyalizme olan büyük inancının ve bağlılığının bu sebepler arasında yer aldığı -ki mektubunda bunları dile getirmektedir- söylenebilir. Doğrudur da, ama hepsi bu kadar mıdır?
Önce onun Fidel’e yazdığı o ünlü veda mektubundaki bazı satırları bir kez daha okuyalım: “ Ben Küba halkı için üzerime düşen görevi yaptığıma inanıyorum, bu nedenle sana, yoldaşlarına, senin halkına, daha doğrusu artık uzun süredir benim de olan halkımıza veda ediyorum. Partideki yönetimden, bakanlıktan, komutanlık rütbemden ve Küba vatandaşlığından ayrılıyorum. (.........) Dünyanın öteki ülkelerinin benim mütevazi yardımıma ihtiyaçları var. (.......) Sonsuz zafere kadar :Ya özgür vatan, ya ölüm........” (Mektubun tümünü okumak için bkz: http://www.cevirigazetesi.org/chenin-fidel-castroya-veda-mektubu/)
Che’nin, yukarıda sıralanan sebepleri de içkin bu satırlarının, veda edişinde bir başka ciddi gerekçeyi daha ima ettiğini söylemek mümkün. O da, yılmaz ve yorulmaz bir devrimci olarak onun -üstelik sosyalizmin dünyada giderek daha fazla itibar kazanmaya başladığı bir dönemde (tarih 1965’tir)-, bizatihi iktidar olmanın kendisinden kaynaklanan sorunlardan duyduğu rahatsızlıktır. Daha açık bir ifadeyle, iktidar olmak, henüz devrim çok taze ve coşkusu yaşanıyor olsa da, onda, kitlelerden uzaklaştığı, onlara yabancılaştığı hissi uyandırmaktadır. İlk anda çok kişisel gibi görünen bu rahatsızlık, ilerde, reel sosyalizmin yıkılmasıyla çok daha aşikâr biçimde gündeme gelecek ve yeni arayışları zorlayacak olan ciddi bir problematiğin tezahürüdür, ki o da özetle şudur: Sosyalist sistem ve iktidarlarda da -tıpkı alaşağı ettiği sistemde olduğu gibi- süreç içinde oluşan hiyerarşik yapı, iktidara ve ona sahip olanlarda aşırı güç yoğunlaşması, devlet/iktidar-toplum ilişkisinde yukardan aşağıya tek yönlü işleyen otoriter anlayış ve uygulamaları söz konusudur. Ve dahası iktidarı -yüce idealler ve görevler adına- korumak dürtüsüyle bu yapının konsolidasyonunu sağlayacak yönde adımların atılmasıdır. İşte Che’nin,1965 yılında yazdığı veda mektubunda aldığı kararın arkasında, bu netlikte olmasa da, çok genel bir ifadeyle ‘iktidar olmanın” rahatsızlığı, daha doğru bir tanımlamayla ‘iktidar olmanın kendisinden kaynaklanan” rahatsızlık yer almaktadır. “Burada görevimi tamamladım, mücadelenin olduğu yerlerde benim mütevazi katkılarıma ihtiyaç var” derken Che, ileride (özellikle reel sosyalizmin sona ermesiyle) çok daha kapsamlı olarak tartışılacak ‘iktidar sorununa’ yönelik erken uyarı niteliğinde bir öngörüde bulunmakta ve sergilediği davranış bakımından da ahlâkî bir tutarlılık ortaya koymaktadır. Ondan sonradır ki Küba Devrimi’ne ve Fidel’e olan inanç ve bağlılığına rağmen, oradan ve tüm görevlerinden ayrılacak, kendini asıl ait hissettiği (“benim mütevazi yardımıma ihtiyaçları var” dediği) yoksullar/ezilenler arasına ve onların mücadelesine katılmak üzere büyük yolculuğuna çıkacaktır.
İktidar olmanın, daha geniş ölçek ve kapsamda yol açtığı sorunlar, özellikle 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren çokça tartışılırken, örneğin çağın büyük düşünürlerinden Karl Popper de, Che’nin yaklaşımını merkeze alarak, herhangi bir sosyal sınıfın -buna proletarya da dâhildir- tek başına yönetici/iktidar konumuna gelmesinin yeni bir tabakalaşma riski oluşturacağına ve bu durumdan, temel beklentisi ve iddiası son kertede ‘sınıfsız toplum’ yaratmak olan Sosyalist Sistemin de muaf olamayacağına dair tespitte bulunacaktır. Bu tespitinden hareketle Popper, Che’nin söz konusu tavrını son derece tutarlı ve onurlu bir yaklaşım olarak değerlendirecek ve ‘Che için devrimin, devrimci eylem içinde tüketilmiş’ olduğu düşüncesini ortaya koyarak, O’nun bu nedenle Küba Devrimi yerleşip oturduktan sonra, tüm payelerini terkederek Bolivya ormanlarında özgürlük mücadelesine katılmasına hayranlık duyduğunu ifade edecektir.
Bu kadar da değildir. İktidar olmanın/ ilişkilerinin, yerleşik sistemin (kapitalizmin) alternatifi olarak, devrim sonrası ve sosyalist iktidarlarda da sorunlu bir hal aldığı gerçeği, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın değişken koşullarında da, sol entelektüelleri ve siyasetçileri bu bağlamda ciddi arayışlar ve tartışmalar içine sürüklemiştir. Bu platformda yer alan önemli isimlerden birisi de geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Immanuel Wallerstein’dır. 21. yüzyılda sol siyasetin/ideolojinin ne olması gerektiğine dair düşünce ve önerilerde bulunurken Wallerstein, Dünya Solu’nun on dokuzuncu yüzyıl boyunca geliştirdiği ve yirminci yüzyıla da aktardığı stratejilerinin yanlış olduğunu ileri sürmüş ve bu yanlışlığı da özetle şöyle formüle etmiştir: Solun genel stratejisinin merkezinde ‘iki aşama’ kavramı vardır..Buna göre önce devlet iktidarı ele geçirilecektir ve sonra da dünya dönüştürülecektir. Bu stratejinin sonuç itibarıyla başarısız olduğu aşikârdır. Wallerstein’e göre ilk aşama gerçekleştirildikten sonra, vaat edilmiş olan değişim ve dönüşümler sağlanamamış ve hatta sol adına iktidarı ele geçirenler, onu bir değiştirme ve dönüştürme aracı olarak düşünürlerken, bizatihi iktidarın kendisi -iktidar ideolojisi- yeni iktidar sahiplerini ve temel anlayışlarını değiştirir -yeni sistemi adeta eski alternatifine benzetir- hale gelmiştir. Hal böyle olunca değişim ve dönüşüm adına iktidarı sahiplenenlerle şekillenen sistem kendi seçkinlerini yaratırken, hiyerarşik dikey yapılanması ve bununla örtüşen anlayışıyla da otoriter bir mahiyet kazanmıştır.
Devrimler çağının ve solun aziz katına yerleştirdiği -ömrünü yoksullardan/ ezilenlerden yana mücadele içinde geçirdiği ve bu bağlamda devrimlere adadığı aşikâr- Che’nin doksan ikinci doğum yıl dönümü vesilesiyle andığımız veda mektubunun bu yazıda dillendirilmesinin sebebi, onu ve mücadelesini bir kez daha kutsamak ya da bugün için replikasyonunu önermek değildir. Aksine bu gözü pek devrimciyi kutsiyetten arındırarak -deyim yerindeyse yeryüzüne indirerek-, ait olduğu tarihsel dönem içinde bir yol ayrımı olacak kertede anlam taşıyan veda mektubunu ve orada açıkladığı kararını, bugüne yönelik olarak da değerlendirmek, ona veda mektubunu yazdıran güçlü saiklerden birisi olan ‘iktidar olma’ merkezli sorununun sol kapsamında hâlâ geçerli olduğunu hatırlatmaktır.
Şüphesiz burada söylenmek istenen siyasetin ve siyasetin temel unsurlarından iktidar olma talebinin gereksiz veya işlevsiz olduğu değildir. Şudur: Özellikle sol açısından siyasetin ve siyasal iktidarın niteliğinin sorgulanmasının, bu bağlamda farklı mücadele alanlarının ve seçeneklerin de yaratılarak işlevsel kılınmasının gerekliliğine işaret etmektir. Hele siyasetin vesayet altında olduğu ve iktidar olmanın muktedir olmaya yetmediği ülkemizde, özellikle statükoyu dönüştürmeye/değiştirmeye aday alternatif siyasetin -statüko yanlılarını böyle bir talepleri olmadığı için ayrı bir yere koyalım- muhalefetteyken ahkâm kesmek, iktidar olunduğunda, tam da Wallerstein’in belirttiği gibi iktidarın kendisi (iktidar ideolojisi) tarafından belirlenerek karşıtına benzediği ve de son kertede siyasete ve siyasetçiye güvensizliğin söz konusu olduğu bir ortamda sorun üzerine düşünmek ve seçenekler üretmek daha da önem arz etmektedir. Çünkü siyaset, iktidar olma hedefli olduğu kadar, iktidar olmadan da değişim ve dönüşüm yaratabilecek dinamikleri oluşturmak, geniş hareket alanları yaratmak ve seçenekler üretebilmek de olmak gerekmektedir. Geçmişte kalan devrimler çağının ölüme meydan okuyan gözü pek devrimcisi Che’nin elli beş yıl önce yazdığı veda mektubunun bir hatırlattığı da budur.
Bugün 14 Haziran 2020, Ernesto Che Guevara doksan iki yaşında.